“İmralı notları” üzerine

arka-logo

“İmralı notları”, “Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşamı İnşa” adıyla Mezopotamya Yayınları tarafından yurtdışında basıldı. İlk baskısı Kasım 2015 tarihinde yapılan ve yaklaşık 500 sayfa olan kitapta, 3 Ocak 2013 ile 14 Mart 2015 tarihleri arasında DBP-HDP heyetlerinin İmralı’da yaptığı görüşmelere yer veriliyor.

Esasında bu tutanaklar, görüşmelerin yapıldığı dönemde Öcalan’ın önerisi ile Avrupa’da basılmış. Görüşmelere sonradan katılan Kamu Güvenlik Müsteşarı (KGM) tarafından bu durum eleştiriliyor. “Bunların dışarıya yansımaması konusu daha önce konuşulmuştu” diyor ve bunun “mektup trafiğini bitirebileceği”ni söylüyor. “Heyet” de konunun orada konuşulduğunu “herhangi bir çekince” gelmediği için “sadece kadrolara ulaştırılmak üzere” kitaplaştırıldığını, fakat “bu konudaki hassasiyeti paylaşacaklarını” söylüyor. (sf: 372) Belli ki, “hassasiyet” dikkate alınmış ve o dönemki baskı ile yetinilmiş.

Sonrasında devlet, sadece “çözüm süreci”ni bitirmekle kalmayıp, Kürt halkına karşı bugüne dek görülmemiş vahşet ile saldırıya geçince, bu kez kamuoyuna sunulmak üzere -ve son görüşmeye kadar olan tutanakları da ekleyerek- yayınlamaya karar verdikleri anlaşılıyor.

Kitap yayınlandığı andan itibaren doğal olarak büyük bir ilgi gördü. Bazı bölümleri, (başta sosyal-medya olmak üzere) yayınlandı da. Kitabın içeriğine geçmeden önce, görüşmelerin hangi ortamda gerçekleştiğini, “görüşme masası”nın nasıl şekillendiğini, nasıl bir ilişki sistemi kurulduğunu, kısaca genel tabloyu görmekte yarar var. Bu tablo, doğal olarak içeriğe de etkide bulunuyor.

 

Görüşmelerin genel tablosu

Kitapta yer alan tutanakların bir kısmı, görüşmelerin yapıldığı tarihlerde kısmen de olsa yayınlanmıştı. Bunları takip edenler açısından, kitabın az-çok bilinen şeyleri kapsadığını söyleyebiliriz. Ancak ilk kez bu kadar geniş tutulması ve ayrıntıların yeralması, daha önemlisi görüşmenin genel tablosunu resmetmesi bakımından dikkat çekiyor. İçeriği kadar biçimi ve bunun nasıl belirlendiği, hangi atmosferde gerçekleştiği, diyaloglar sırasında ifade edilen gerçekler vb. ile bugüne dek bilinmeyen, ya da tahmin edilse bile belgelenemeyen hususlar, net biçimde gözler önüne seriliyor. Kitabı önemli kılan, asıl unsur budur.

Örneğin, Öcalan ile görüşecek DBP-HDP heyetindeki isimler, kim ya da kimler tarafından, hangi kriterlere göre belirlendi? Görüşmenin ilk başında Öcalan diyor ki, “usul, eşbaşkanlar düzeyinde gelinmesiydi. Gültan hanımın ismini vermiştim.” Fakat anlaşılıyor ki, “Gültan hanım” (Gültan Kışanak) veto yemiş! Sonrasında da bildiğimiz kadarıyla Gültan Kışanak, Öcalan’la hiç görüştürülmedi. Yani görüşme heyetini ne HDP ya da Kandil ne de Öcalan belirliyor. “Devlet yetkilisi” olarak geçen MİT ve hükümet tarafından belirleniyorlar. Heyetin “demirbaşı” Sırrı Süreyya Önder bile, Gezi direnişinin başlarında oynadığı rolden dolayı Erdoğan’ın “ambargosu”na uğruyor ve birkaç toplantıya katılamıyor. (*)

Öcalan’ın Newroz bildirisini S. Süreyya Önder ile Pervin Buldan’ın okuması da İmralı’da belirleniyor. Dahası, o mesaj S. Süreyya Önder tarafından (üç arkadaşı ile birlikte) yazılıyor, Öcalan sonradan görüyor ve “ne çok iyi, ne çok vasat” bulduğunu söylüyor. Bildiride bazı ifadelerin eleştirilmesi üzerine bu durum, S. S. Önder tarafından gündeme getiriliyor. Öcalan’ın “siyasi olarak bir sorun yok” demesi ile S. S. Önder “rahatlıyor”! (sf: 281-282)

Esasında Öcalan adına verilen mesajların hemen hepsi, Öcalan’ın o anda belirttiği birkaç sözle, konu hakkında daha önce söyledikleri-yazdıkları birleştirilerek heyet tarafından kaleme alınıyor. Öcalan sıkça “siz benden daha iyi ifade ediyorsunuz zaten” diyerek, mesajların yazımını onlara bırakıyor. Tabi Newroz’daki gibi temel bildiriler, devlet tarafından gözden geçirilip onaylandıktan sonra kamuoyuna sunuluyor.

Öcalan’ın Kandil’e, Avrupa’ya gönderdiği mektuplar da sıkı bir denetime tabi tutuluyor. Mesela Öcalan’ın Kandil’e yazdığı “25 sayfalık mektup” gönderilmiyor. Pervin Buldan’ın “daha önce yazılan bazı mektuplar iletilmedi” şeklindeki şikayetine, Kamu Güvenliği Müsteşarı (KGM) şöyle karşılık veriyor: “Zaten o mektubun gündemi artık ortadan kalktı. Gönderseydik belki de çok şey bozulacaktı.” Bunun üzerine Öcalan diyor ki, “evet, zaten hem PKK’ye, hem devlete çok sert yüklenmiştim. Müsteşar beyin ‘gitseydi PKK ile aramız bozulurdu’ endişesi doğrudur. Göndermemenizde bir sorun yok.” (sf: 380) Öcalan, KGM ile heyet arasında olası gerginleşmenin önünü alıyor böylece. Devletin mektubu Kandil’e göndermemesinde de “bir sorun” da görmüyor! Zaten bu durum baştan kabullenilerek “süreç” başlatılmış!

Kısaca BDP-HDP heyetinde kimlerin yeralacağı, Öcalan’ın yazdığı mektupların gönderilip gönderilmeyeceği, mesajların içeriği vb. herşey devletin denetimi altında ve onayı ile gerçekleşiyor. Başta türlüsü mümkün de değil. Ve bunu kitapta çok açık, somut biçimlerde görebiliyoruz.

“Heyet” asıl olarak Pervin Buldan, İdris Baluken ve Sırrı Süreyya Önder’den oluşuyor. Fakat başlangıçta Selahattin Demirtaş da görüşmelere gidiyor. Sonrasında o da “AKP’nin vetosu”na uğruyor. İ. Baluken “son yaptığı basın toplantısından sonra heyetten çıkarıldı” diyor sadece. (sf: 151) Kastedilen 6-7 Ekim olaylarından sonra Demirtaş’la hükümet arasında yaşanan gerginliktir. Öcalan ısrarla yeni isimler sıralayarak onların da görüşmelere katılmasını istiyor. “Akil insanlar”ın kendisiyle de görüşmeleri gerektiğini belirtiyor. Keza “izleme komitesi” üzerinde sıkça duruyor. Fakat bunların hiçbiri gerçekleşmiyor. Son görüşmelerde “heyet”e DTK eşbaşkanı Hatip Dicle ve DÖKH adına Ceylan Bağrıyanık ekleniyor. Hepsi o kadar.

Devlet adına ise başlangıçta MİT’ten bir kişi bulunurken, son toplantılara (9 Ocak 2015’ten itibaren)  Kamu Güvenliği Müsteşarı Muhammed Dervişoğlu da katılıyor. Böylece devlet adına iki kişi bulunmuş oluyor. Bu süre içinde Öcalan, Leyla Zana ile de görüşüyor. Kitapta Zana’nın ismi sıkça geçiyor ve bir görüşme yapılacağı belirtiliyor. Fakat bu görüşmenin tutanakları yer almıyor. “Heyet”le yapılan görüşmelerin de ne kadarının yayınlandığını tam olarak bilemiyoruz.

Daha önemlisi, Öcalan ile “devlet heyeti” arasındaki görüşmelerin tutanaklarının halen gizli tutulmasıdır.  Bunlar “devlet arşivi”nde ihtiyaç duyulduğunda kullanılmak üzere muhafaza edilmektedir. Dolayısıyla “İmralı’da neler konuşuldu” sorusuna, bu kitap ile tam yanıt bulmak mümkün değildir. Ama DBP-HDP heyetleri ile yapılan görüşmelerde, yer-yer devletle yapılan görüşmelere de değinildiği için, bu görüşmelerin içeriği hakkında da az-çok bilgi edinilmektedir.

 

Görüşme masası

Kitabın gösterdiği bir diğer şey ise, Erdoğan’ın sonradan devirdiğini söylediği, hatta varlığı-yokluğu tartışılan “görüşme masası”dır. Bu “masa” başlangıçta kitabın kapağında görüldüğü gibi küçük yuvarlak bir masa. Son görüşmeler, sonradan inşa edilen yeni bir mekanda ve masada gerçekleşiyor. Ama asıl önemlisi, masada Öcalan ve “heyet”te yer alan vekiller dışında, “yetkili” adıyla MİT’ten bir kişinin devamlı bulunması, yer yer konuşmalara müdahale etmesidir. Sonrasında buna KGM de ekleniyor ve “yetkili”den çok daha fazla konuşmaların içine giriyor.

Denilebilir ki, savaşın ardından gerçekleşen “barış görüşmeleri”nde tabi ki masada “düşman” tarafının temsilcileri de bulunacaktır. Fakat burada önemli iki fark var.

Birincisi; yaşanan savaş, iki devlet arasında gerçekleşen bir savaş değildir. Ezen bir ulusun egemen sınıflarını temsil eden devletle, ezilen bir halkın kurtuluşu için mücadele eden bir hareketin savaşıdır. Her iki tarafın temsilcisi olarak masaya oturanlar ise, biri devletin istihbarat organı, diğeri ise tutsak alınmış bir lideridir. Yani baştan masaya dezavantajlı koşullarda oturulmuştur. (Bu açıdan “Oslo süreci” olarak geçen görüşmelerin, İmralı’ya kıyasla daha eşit koşullarda yapıldığını söyleyebiliriz.)

İkincisi ve daha önemlisi, “masa”da sadece ulusal hareketin talepleri ve devletin bunları ne oranda karşılayacağı konuşulmuyor! Başta Suriye olmak üzere MİT’ten Cemaate, CHP’den AKP’ye güncel siyasal olaylar yorumlanıyor ve müdahale edilmeye çalışılıyor. Bununla da kalınmıyor; Kandil’den Avrupa’ya, BDP-DTK’dan HDP-HDK’ya, kadın örgütlenmesinden gençlik örgütlenmesine, seçim çalışmalarından kimlerin nerede aday olacağına, hatta heyetteki kişiler başta olmak üzere “kişilik çözümlenmesi”ne kadar, herşey ama herşey konuşuluyor! İsimler uçuşuyor, kim nerede, hangi görevde, şu anda ne yapıyor, sağlığı-morali nasıl, Öcalan’ın önerdiği görevleri yapabilecek durumda mı? vb…

Kitap yayınlandıktan sonra, burjuva basında en fazla rağbet gören konu, yerel seçimlerde adayların HDP tarafından değil de, Kandil tarafından belirlenmiş olmasıydı. Uzun alıntılarla Öcalan’ın heyeti bu konuda nasıl sıkıştırdığına yer verildi. Oysa konunun yer aldığı bölümden önceki sayfalara dönüp bakıldığında, bırakalım illeri, ilçelere varana kadar Öcalan’ın aday önerdiği görülür. Zaman zaman “bu bir öneridir, dayatmıyorum, siz de değerlendirin” türü sözler söylese de, Öcalan’ın “öneri”lerinin nasıl ele alındığı kimse için sır değil. Ama seçimde istenilen sonuç elde edilmeyince ve bunun nedeni olarak, adayların yereller tarafından benimsenmemesi ortaya çıkınca, “günah keçisi” aranıyor ve fatura Kandil’e kesiliyor!

Yine kitabın bütünü okunduğunda görülür ki, görüşmelerin yapıldığı dönem boyunca kurulan tüm parti, örgüt, dernek vb. her biçim -isminden logosuna kadar- Öcalan tarafından belirlenmiştir. HDP’nin isim ve fikir babası olmakla kalmayan Öcalan, HDP eşbaşkanı olarak da Figen Yüksekdağ’ı öneren kişidir. Oysa “heyet”le birlikte yapılan isim arayışında Yüksekdağ’ın ismi hiç geçmez. Öcalan pat diye onun ismini ortaya atar. Onu da şuna dayandırır: “Bundan sonra bütün görevlendirmelerde bir Kürt bir Türk olmasına da dikkat edeceğiz. Kadın eşbaşkanı ben önereceğim. ESP Başkanı Figen Yüksekdağ. Buradaki arkadaşlarla da görüştüm (yanındaki tutsakları kastediyor olmalı -bn), onlar da öneriyorlar.” (sf: 306) Sonraki görüşmede ise, “Figen’i de ben buldum size. Sanırım tam bu işe uygun oldu” diyerek, ne kadar isabetli kararlar aldığına örnek gösteriyor. (sf: 333) Yüksekdağ’ın ismi, HDP’nin cumhurbaşkanı adayları sıralanırken de, yine Öcalan tarafından anılıyor. (**)

Yeniden “masa”ya dönersek, orada sadece Kürt ulusal hareketinin talepleri konuşulmuyor. Hatta işin bu yönü, daha sınırlı, daha az bir yer kaplıyor. Asıl olarak hareketin geleceği çiziliyor. Sadece Kürt hareketinin değil, Türkiye solu’nun da geleceği “masa”ya yatırılıyor. HDP’nin kuruluş amacı, zaten esas olarak bunu sağlamak içindir. HDP kurulduktan sonra bu yöndeki değerlendirmemizi çeşitli defalar ifade ettik. Fakat kitapla birlikte bu bir öngörü-tahmin olmaktan çıktı, belgelenmiş oldu.

Bu yönleriyle İmralı’daki masaya, ne “diyalog”, ne de “müzakere” masası denebilir. Elbette kitapta resmedilen BDP-HDP heyeti ile yapılan görüşme masasıdır. Oysa aslolanın, Öcalan ile “devlet” arasında kurulan masa olduğunu biliyoruz. Zaten Öcalan da “ben devletle görüşüyorum, siz hükümetle” diyerek BDP-HDP heyetinin misyonunu saptıyor. “Sizin göreviniz burada ortaklaşılan konuları meclise taşımak ve yasa haline getirmek” diyerek de, “heyet”in görev alanını ortaya koyuyor. Çoğu kez “heyet” gelmeden bir gün önce “devlet” adına MİT ve KGM ile görüşmüş oluyor. Bunların içinden hükümete iletilecek ve yasa haline getirilmesi gereken konuları “heyet”le paylaşıyor. Heyet de, devletin denetiminden geçen mektupları Kandil ve Avrupa’ya iletip onların görüşlerini Öcalan’a getiriyorlar. O dönem HDP’ye “postacı” denmesi de bundan. Her ne kadar Öcalan, “heyet”e kendi adına yetki verse de, “heyet”in yaptığı İmralı-Kandil arasında mekik dokumak ve bakanlarla, başbakanla, MİT müsteşarı ile görüşerek varolan durumu yasal bir statüye kavuşturmak…

Ancak bilindiği gibi bunu bir türlü başaramıyorlar. Çünkü “çözüm süreci” denilen şey, gerçekte bir aldatmaca ve oyalama sürecinden başka bir şey değil. Kitabın “önsöz”ü de bu saptamayla başlıyor. “Barış sürecinin bir oyalama süreci olarak ele alındığı” “barışçıl çözüm adı altında toplumu oyalama politikası izlendiği” (abç) tespitleri yapılıyor!

Ama buna “geçmiş ola” demekten başka ne denebilir ki? Gelinen aşamada bunu kabul etmenin bir kıymeti harbiyesi var mıdır?

 

Kitabın yayınlanma amacı

“Yayınevinin önsözü” başlığı altında kitabın yayınlanma amacı şöyle açıklanıyor:

“İmralı Cezaevi’nde neler konuşuldu, Demokratik kurtuluş ve özgür yaşamı inşa süreci kim tarafından ve nasıl başlatıldı? Türk devleti ve AKP hükümetinin gerçekten barış ve çözümü geliştirme istemi var mıydı? Abdullah Öcalan’ın barış istem ve çabalarına doğru karşılık veriliyor mu? vb… İşte bu kitap yaşanan bu süreci tüm hakikatıyla gözler önüne sermektedir.”

Bunun için neden bu kadar beklendi, “süreç” neden kapalı kapılar arkasında yürütüldü? “Devletin hassasiyetleri” dikkate alınırken (Yukarıda alıntıladığımız Kamu Güvenliği Müsteşarının, tutanakların yayınlanmasına karşı çıkması ve “mektup trafiğinin kesileceği” tehdidi) kitlelerin hassasiyetleri neden düşünülmedi? “Hakikatleri gözler önüne sermek” için, devletin topyekün ve en vahşi yöntemlerle saldırıya geçmesi mi gerekiyordu? vb. bir çok soru yanıtsız kalıyor.

Şimdi “barış ve demokrasi zihniyetini hiçbir zaman taşımamış olan, otoriter, tekçi, diktatoryal bir sistem kurmak isteyen AKP hükümeti ve onun lideri R.T. Erdoğan” (abç) denmesinin bir anlamı var mı? AKP ve Erdoğan’ı “statükoculuğa karşı değişimin temsilcisi” olarak takdim eden, onu burjuva liberallerle birlikte “AB demokrasisini Türkiye’ye getirecek” diye destekleyen Kürt hareketi değil miydi? Kitabın birçok yerinde Öcalan, “AKP’yi on yıldır ayakta tutan benim… Biz AKP’yi çıkartan gücüz” (sf: 17) “AKP’ye iktidarı altın tepside sunduk.” (sf: 19) demiyor mu?

Diğer yandan “çözüm süreci”nin devletin bir “aldatmaca ve oyalama” taktiği olduğunu anlamak, gerçekten bu kadar zor muydu?

Kitapta görüyoruz ki, Öcalan görüşmelerin daha ilk aşamalarında (24 Haziran 2013) hükümetin ipe un seren tutumundan rahatsız ve “15 Ekim’e kadar” tarih veriyor. Daha sonra başka başka tarihler de vererek, “hükümet adım atmazsa savaş başlar” tehditleri savuruyor. Sıkça “bunlar beni çocuk mu zannediyor”, “biz enayi miyiz”, “benimle oyun oynanmayacağını bilmiyorlar” gibi sözler sarfediyor.

İlerleyen tarihlerde, “ben üzerime düşeni yaptım, gerillayı sınır dışına çektim, ama yasal düzenleme hala yapılmadı” şikayetleri artıyor. Aynı şekilde hasta tutsakların bir türlü bırakılmamasına öfkeleniyor. Özellikle de bizzat kendisinin çağrısı ile “barış grubu” içinde gelen Lütfi Taş’ın hapiste tutulması ve orada ölmesine çok içerliyor. (***) “Beğenmediğiniz Sezer bile cumhurbaşkanlığı döneminde 60 kişi bıraktı. Abdullah Gül bıraktı. Ama bu dönemde hiç yok!” diyor mesela. (sf: 443)

Kısacası bir oyalama-aldatmaca taktiği izlendiğinin Öcalan da “heyet” de farkında. Öcalan süreç boyunca kendi yaptıklarını sıralıyor, buna karşın hükümetin tek bir adım atmadığını söylüyor. Hatta “ben fazla saf davranmışım” dediği yerler var. Fakat hükümete sunulan bir “çerçeve yasası”nı bile “devrim niteliğinde” gibi abartılı sözlerle karşılıyor. “Heyet”te yeralan vekillerin “muhataplık meselesi tarif edilmemiş” ve “terör tanımlaması sorunlu” uyarıları üzerine, “bunlara fazla takılmayın, önemli olan zamanlamasıdır” diyor. (sf: 322) Bir sonraki görüşmede ise, “Şimdi bu çerçeve yasayı getirmişler… Sanki benim ağır isteklerim karşısında getirilmiş havası veriliyor. Oysa bu yasa on yıl önce olmalıydı, bunu bile söylemiyorlar” (sf: 338) diyerek, “devrim niteliğindeki yasa” konusunda yaşadığı hayal kırıklığını ifade ediyor.

Sonlara doğru hayal kırıklıklarının daha fazla arttığını ve bunu açıkça ifade ettiğini görüyoruz. Bununla birlikte devletin atmayı vaadettiği her yeni adımla birlikte umutlanıyor. Kitapta yer alan son görüşmede bile (14 Mart 2015) son derece umutlu. Devlet adına katılanlar da bu umudu hep canlı tutmaya çalışyor. 7 Haziran seçimlerinde kimlerin aday olacağı konuşulurken, KGM “Avrupa’dan gelecekler ne oldu? Onlar aday olacaklar mı?” diye sorarak ön açıyor mesela. Kastedilen kişiler Zübeyir Aydar ve Remzi Kartal’dır. Ki onların Türkiye’ye geldiklerinde tutuklanma tehlikesi bulunuyor. Öcalan “bana göre uygundur” deyince, KGM de “bizden yana sıkıntı yok” diyor. Aydar ve Kartal, bu söze güvenmemiş olmalılar ki, gelmediler.  Zaten 7 Haziran sonrasında nelerin yaşandığı da ortada…

Bütün bu kaygılara rağmen Öcalan, görüşmeleri ve dolayısıyla “süreci” sürdürüyor. Kimi zaman verdikleri sözleri yerine getirmedikleri durumda, “heyet”e bir daha gelmemelerini de söylüyor. Ama bu oyalamaca sürüp gittiği halde “benden bu kadar” deyip bitirmiyor. Bunun ideolojik-siyasi olduğu kadar, pratik nedenleri de var kuşkusuz.

Sonuçta kitabın basılmasının amacı, “yaşanan bu sürecin tüm hakikatıyla gözler önüne serilmesi” ve Öcalan’ın bu süreci “ne kadar büyük bir çaba, emek, irade ve ısrar ile zor koşullarda, ilmek ilmek dokunarak sürdürüldüğünün” görülmesi olarak açıklanıyorsa da; asıl görülen, tam bir oyalama ve aldatmaca olduğudur. Belki de Öcalan’ın da bunun farkında olduğunu göstermek istiyorlar. O zaman da, “farkındaydı da ne yaptı” sorusu askıda kalıyor.

Kitabın basım amacı kadar, basım tarihi de önemli. Devlet “masa”yı devirip varlığını bile inkar edince, bunu kanıtlama ve esasında ne kadar yol alındığını gösterme çabası olsa gerek. Yani yıllarca “çözüm süreci” adı altında yürütülen görüşmelerin boşuna yapılmadığını kanıtlamak! Fakat tutanaklarda alınan bir mesafe de görülmüyor. O çok övülen “Dolmabahçe mutabakatı”nın içeriğinin de Kürt halkının taleplerini karşılamaktan ne denli uzak olduğunu biliyoruz.

 

Öcalan’a göre…

Öcalan’a göre, kendisiyle devlet adına görüşen yetkililer “iyi niyetli” ve “çözümden yana”, hatta “risk alıyorlar.” Fakat AKP hükümeti ve Erdoğan, onları da kendisini de oyalıyor(!) AKP’yi de bu duruma getiren de Gülen Cemaati(!) Yani “süreç”in ilerlemesini durduran tek güç cemaat! Paris cinayetinden KCK tutuklamalarına, Roboski’den 6-7 Ekim olaylarına dek, yaşanan her tür provokasyon ve cinayetin arkasında Cemaat’in olduğunu düşünüyor!

Ama görüşmelerin başladığı ilk dönemde Cemaate de selam yolluyor. “Söyleyin, Gülen’i en iyi anlayacak olan yine benim” diyor mesela. Ve devamını şöyle getiriyor: “Biz kendilerine Ortadoğu’da demokratik ittifak bile teklif ettik, değil mi?.. (Gülen’i kastederek -bn) hatta kendisi ‘sulhta hayır var’ demişti. Ben de aynen katılıyorum. O da barışı destekliyor. Ortadoğu’da demokratik bir uzlaşı sağlayabiliriz.” (sf: 43)

Bu sözlerin Gülen’e iletilmesi üzerine Cemaat’ten davet bile alıyor. “Onların da bir müddettir ABD’ye davetleri var. Sizi Gülen’le görüşmeye davet ediyorlar” diyor Demirtaş. (sf: 48) Öcalan o dönem bunu olumlu karşılıyor. Fakat sonrasında Gülen Cemati’ni hedefe çakıyor. Erdoğan’dan önce cemaate “paralel devlet” diyen kişi de Öcalan’dır.

Bunda MİT ile görüşmesinin etkisi büyük. MİT-Cemaat çekişmesinde MİT’in yanında saf tutuyor. Özellikle Emre Taner ve Hakan Fidan’a toz kondurmuyor. “Hakan Bey, entelektüel biridir. Zaman zaman görüşebilirsiniz. Fikir söylerler ama dayatmazlar. MİT reforma uğradı, değişti artık.” (sf:45)

17-25 Aralık operasyonu sonrası, MİT’i de Erdoğan’ı da Cemaat’in elinden kendisinin kurtardığını anlatıyor. Erdoğan’ı kastederek diyor ki, “Sen meydanlarda Apo’nun asılmamasına hayıflanırken Apo seni kurtardı, idamdan kurtardı.” (sf: 219)

Bir başka yerde; “Devlet içinde iki tane akıllı insan çıktı. Emre Taner ve Hakan Fidan. Teslim olsalardı Erdoğan da gitmişti. Hakan Bey  samimi geliyor bana. Ne diyorsunuz?” diye soruyor, Demirtaş’a. O da Öcalan ile aynı fikirde. “Evet, Hakan Bey devlet memuru gibi yaklaşmıyor, güven veriyor, bu sorunu içten bir yaklaşımla çözmek için gayret ediyor. Ancak hükümette aynı ağırlık ve ciddiyet yok. Sorun da budur zaten.” (sf: 98)

Kürt ulusal hareketinin geçmişten bu yana devlet içi çelişkilere fazlasıyla bel bağladığını biliyoruz. Bunun son örneklerini ve sonuçlarını görüyoruz kitapta. Özellikle aralarında PKK liderlerinden Sakine Cansız’ın da olduğu üç devrimci kadının Paris’te katledilmesi sonrasında yapılan konuşmalarda, bu durum çok çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriliyor.

Paris cinayetini gerçekleştiren katilin MİT ile bağlantısı ortaya döküldükten sonra bile Öcalan, MİT’in dahli olduğuna inanmak istemiyor. İdris Baluken, Paris cinayeti sonrası Kandil ile yaptığı bir görüşmede, Kandil’in “MİT’in de bu cinayetten haberi ve onayı olduğunu düşündüğünü” söylemesine karşılık Öcalan diyor ki, “Hakan’ların (MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve ekibi kastediliyor -bn) milyonda bir de olsa planlama ihtimallerini de düşünmüyorum. Ama asıl önemlisi, bunu engelleyememiş olmalarıdır.” (sf: 233, abç)

Bir başka yerde Öcalan, bu konudaki düşüncelerini daha açık ortaya koyuyor: “Bu Sakineler’in olayında ortada belgeler olmasına rağmen, ben benimle görüşme yapan heyetin bunu hayata geçirdiğine inanmıyorum. Velev ki Erdoğan’ın bu cinayetten haberi, hatta onayı olsun. MİT onayından geçmiş de olabilir. Ama benim görüştüğüm yetkililerin imzaları ve onayı da olsa, belgeleri de olsa, bu onların kararı değildir. Bu tarihi bir tespittir. CIA ve Gladio üzerinden Washington merkezli bir komplodur.” (sf: 378)

Sanki “Washington merkezli komplo” olması, onlarla işbirliği içinde olanları aklarmış gibi davranıyor. Daha önemlisi, “imzaları, onayları, belgeleri olsa bile” kendisiyle görüşenleri suçlamaktan özenle kaçınıyor.  Bunun için kendisini ikna edecek gerekçeler yaratmaya çalışıyor. Sonrasında bu durumu şöyle aktarıyor:

“Sakineler’in olayını ilk duyduğumda çok düşündüm. Ne yapmak gerekir diye yoğunlaştım. On beş gün burada görüşmedim. Sonra görüşe çıktım. Ben o dönem şöyle düşündüm: Velev ki, bu cinayet H.F’nin (Hakan Fidan -bn) planıyla oluyor. Başbakanın onayıyla oluyor. ‘Sonuçta bu ekip de en az benim kadar tehdit altında’ dedim. O nedenle ‘sabır göster, çalış ve bunu ortaya çıkar’ diye düşündüm. Ve şimdi ortaya çıktı. Paralel yapı, Cemaat çıktı. MİT’ten bir ekip de bunun içinde olabilir.” (sf: 391)

Zaten Baluken de “cinayette Cemaat’in parmağı nettir. Ömer Güney BBP kökenlidir. BBP Cemaat’in vurucu gücü niteliğindedir” diyor öncesinde. Kandil’in de katil zanlısı Ömer Güney ile ilgili belgeleri “Cemaat ve CIA’nın yayınlamış olabileceğini düşündüklerini” aktarıyor.

Öcalan’a göre, CIA’nın Türkiye’deki kolu Cemaat’tir. Paris cinayeti dahil o dönem içinde gerçekleşen pek çok olay, “çözüm süreci”ni baltalamak için yapılmış bir “provakasyon’dur. Ne zaman “çözüm” için görüşmeler olsa “uluslararası güç”lerin ve onların işbirlikçilerinin devreye girdiğini söylüyor. Ama ısrarla bu güçlerle, kendisiyle görüşen kurum ve kişiler arasında bağ kurmuyor. Böyle bir ihtimali savuşturmak için de, birbiriyle çelişkili bir çok sav ortaya atıyor. Çünkü görüşmelerin kesilmesini istemiyor.

Şurası açık ki, bu süreç Öcalan’ın içinde bulunduğu tecrit ortamının kırılması açısından önemli bir olanak sundu. Sorunlu da olsa iki yılı aşkın süre HDP heyeti ile görüşebildi, koşullarında iyileştirmeler yapıldı, daha ileri şeyler yapılacağı beklentisi yaratıldı vb… Onun deyimiyle böyle bir sürecin başlaması onu “özgürleştirdi.” “Heyete dedim ki (devlet heyeti kastediliyor -bn) benimle bu şekilde konuşuyorsunuz ya, ben Türkiye’nin en özgür insanıyım. Mahkum hukukunu uygulayamazsınız. Teorik olarak en azından böyledir, pratikleşmesi biraz zaman alır.” (sf: 82)

Bu durum, devletin oyalama politikasını görmesine rağmen, süreci devam ettirmesinin en önemli nedenlerinden biridir.

 

“Çatlaklardan yararlanma”

Emperyalistler ve onların işbirlikçileri arasında çıkar çatışmaları olduğu, bunun yeni emperyalist savaş süreci ile birlikte iyice keskinleştiği ortadadır. Her klik, Kürt sorununu kendi çıkarları doğrultusunda kullanmıştır, kullanmak isteyecektir. Biri diğerinin işini bozmaya, ayaklarını kaydırmaya çalışacaktır. Fakat bütün bunlarla birlikte “havuç-sopa” politikasını aynı anda götürmelerinde de hiç bir beis yoktur.

Sözkonusu Kürt sorunu olunca, egemen sınıfların ortak hareket ettiği pek çok dönem olmuştur. Örneğin son katliamlarda bile, AKP ile muhalif partiler arasında farklılık nüanstan ibarettir. En fazla “sivil”lerin öldürülmesine itiraz edilmekte, AKP’nin “çözüm süreci” ile bu durumu hazırladığı üzerinden, ona yüklenilmektedir.

Diğer yandan 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonu öncesi -2002-2013 arası- AKP-Cemaat ortaklığı ile Cemaat’in polis ve yargıdaki gücünü kullanarak, birçok tutuklama, cinayet, provokasyon vb. yaptığı da bir gerçektir. Ancak bunların AKP hükümetinden bağımsız olmadığı, en azından onların oluru ile yapıldığı ve AKP’ye yaradığı da bir diğer gerçektir.

Aynı durum, “devlet ve hükümet” ayrımında da kendini gösteriyor. Tabi ki devlet ve hükümet aynı şeyler değildir. Ama AKP’nin herhangi bir hükümet olmadığı, devletin birçok kademesini ele geçirdiğini unutmamak gerekir. Hele ki, Öcalan’la görüşmeyi yürüten MİT ve müsteşarı Hakan Fidan, Erdoğan’ın en çok güvendiği “sır küpüm” dediği kişi ve kurum olmuştur. Bunlar “papaz-cellat” rolü oynayarak yıllarca “çözüm süreci” adı altında bu “oyalama-aldatma” politikasını başarıyla yürüttüler.

Elbette bu “başarı”da, onlara inanmak isteyenlerin bulunması, işlerini kolaylaştırdı. Başta Öcalan olmak üzere Kürt ulusal hareketi, kimi kuşkular taşımakla birlikte, bu “süreç”in devamından yana oldular. Ve devlet köprüleri tümden yıkına kadar da, “masa”dan kalkmadılar.

Bunda Kürt ulusal hareketinin “egemen sınıfların çatlaklarından yararlanma” konusunda yanlış bakışaçısının önemli bir payı vardır. ‘90’ların ikinci yarısından itibaren “siyasal çözüm” kulvarına girmesi ve bunun giderek uzlaşmacı bir çizgiye evrilmesi, bugünkü durumu hazırlamıştır.

Şimdi bile yayınladıkları bildirilerde “müzakere sürecine tekrar dönülsün” deniyor. Aylardır Kürt il ve ilçeleri yerle bir edildiği halde, 2016 Newroz konuşmasında S. S. Önder, “İmralı’nın kapıları açılsın, bu şiddet bir haftada biter” diyor. Sanki şiddeti sürdüren devlet değil de YDG-H’lı gençlermiş gibi!.. Bu, devletin ortaya attığı “hendek-barikat” bahanelerini haklı çıkarmaya yarar sadece.

Öcalan’ın çağrısıyla daha önceki yıllarda YDG-H hendekleri kapatmıştı. Keza cezaevlerindeki açlık grevleri sona ermiş, ülke içindeki gerillaların bir kısmı Kandil’e çekilmişti… Yani Öcalan’ın gücü, en fazla kendi örgütüne yeter, devlete değil! Kaldı ki, gelinen aşamada bunu başarması, önceki yıllar kadar kolay da değildir. Bunu devlet de bildiği için Öcalan ile görüşmeyi durdurmuştur. Çünkü Öcalan’ın yıpranması, sözünü dinletemez hale gelmesi, devletin de işine gelmez.

 

Türkiye devrimci hareketine dair

Kitapta dikkat çeken yönlerden biri de, Öcalan’ın Türkiye devrimci hareketine yönelik sözleridir. Onun deyimiyle “Türk solu” kurtarılması gereken bir durumdadır ve kendisi “onlar için de çalışmaktadır.” Bir yandan kendisinin de Türkiye solu’ndan ilham aldığını söyleyerek yüceltmekte, -ki bunu HDP’de birleşmeleri gerektiğinde hatırlatmaktadır- bir yandan da küçültücü, acındırıcı ifadeler kullanmaktadır.

Önce övgülerden oluşan alıntıları sıralayalım:

“HDK demişken, Ertuğrul’a söyle (Ertuğrul Kürkçü -bn) ben hala Dev-Genç çizgisindeyim… Kırk yıldır Türk Solu’nu taşıyorum. Daha fazla kendilerine güvenmeliler.” (sf: 27)

“(Sırrı’ya dönerek) 30 Mart’ta Kızıldere ve Ankara’da bir anma yapılabilir. Benim adıma bir bildiri kaleme alırsın. İçinde bu Anadolu barışını sağlama çabalarını sizin anılarınıza ithaf ediyoruz diyebilirsin.” (sf: 41)

“Ben Mahir Çayan sempatizanlığıyla başladım… Kırk yıldır onun çizgisindeyim ve buraya geldim. Ben bu emaneti Mahir Çayan’dan aldım, onlara devrediyorum. Kırk yıllık sempatizanlığım ve deneyimim, büyük bir tecrübe ile Türkiye halkı adına büyük bir çalışma olacak.” (sf: 163)

Şimdi de yergilere bakalım:

“Yirmi yıldan beridir Türk Solu’nu başıboş bırakmayın diyorum.” (sf: 103)

“Bizden ne istiyor bu solcular? Saf sosyalizm mi istiyorlar? Yok böyle bir şey.” (sf: 104)

“Türk Solu… Denizlerin Mahirlerin mirasına sahip çıkmıyorlar. Müdahale edeceğim, otoriter diyecekler. Yunanistan’da bile SYRİZA gibi bir parti, birinci parti oldu. Ama Türkiye’de sol, üçüncü yolu bilmiyor, demokratik sosyalizmi hala inşa edemiyor. Niye öyle? Çünkü bu işin kadrosu yok!” (sf: 295)

Esasında Öcalan’ın “Türk solu” diyerek verip veriştirmesi, aşağılaması yeni bir durum değildir. O açıdan şaşırtıcı bir yan da yoktur. Denilebilir ki, görüşme tutanaklarında söylenenler, eskiye kıyasla hafif bile sayılır. Kuşkusuz bunda HDK-HDP projesinin çok önemli bir payı vardır.

Bakın o konuda Öcalan neler söylüyor:

“Öncelikle bu süreci bizzat biz hazırladık. Önce devleti ısıttık, ortak ettik. Şimdi de AKP’yi ısıtıyoruz… (Sırrı’ya dönerek) Solu da sizin çabalarınızla katıyoruz” (sf: 30)

“Biz bu süreci Sol’un da önünü açmak için yürütüyoruz… Onların da legalleşmeleri gerekiyor. Burjuvazi zor ile bastırdığı için biz illegaliteyi seçmek zorunda kaldık. Yoksa normal olan legalitedir. Parlamentonun ileride yapacağı çağrıyla sol da legalleşecek.” (sf: 50)

“Heyetle görüştüm, (devlet heyeti kastediliyor -bn) sol olmadan bu iş olmaz. Onlar da ikna olmuş durumdalar. Yani ben burada onların da güvenliğini düşünüyorum… Bu ne demek? Artık sola komplo yapılmayacak demek.” (sf: 66)

“HDK-HDP doğru bir projedir, isimlendirme de doğrudur.” -Demirtaş’ın “partiler arası rekabet genişlemeyi zorluyor” sözü üzerine- “…Ben bile burada Türkiye Solu’ndan daha birlikçiyim… Taksim sonrası rüzgardan da yararlanıp zamanın ruhuna uygun bir şekilde yeni parti olarak çıkış yapabilirler.” (sf: 95)

“ESP, Levent Tüzel, onlar katılsınlar. Vekil, belediye başkanı ne olmak istiyorlarsa olsunlar. Bizim imkanlarımız çoktur, değerlendirin. Devlet de bunun önünde engel olmayacak” (sf: 104)

Daha ne desin?

En hafifinden bu projenin devletle görüşülerek hazırlandığı, Türkiye devrimci hareketini legalleştirmeyi amaçladığı, parlamentarizm bataklığına çektiği ve böylece tasfiyeye çalıştığı bundan daha açık nasıl anlatılabilir? Legalite-illegalite hakkında, Marks ve Paris Komünü hakkında ML’yi ters-yüz eden bir dolu yanlış söz ve iddialar da bunlara eşlik ediyor.

Peki Türkiye devrimci hareketi bunları görmüyor mu? En azından teorik olarak söylenenlerin-yapılanların yanlışlığının farkında değil mi?

Ne yazık ki, Türkiye devrimci hareketi genel olarak ‘90’ların ortasından itibaren sürüklendiği tasfiyeci çizgiyle, bu zemine çekilmeye uygun hale geldi. Devrimci yönlerini korumaya çalışanlar bile, yaşadıkları kadro kaybı ve güç yitimi ile birlikte, Kürt ulusal hareketine yaslanmayı, oradan kendisini toparlamayı tercih etti. Bu arada “kendisinden” bir şey kalmayacağını önemsemediler de…

Kürt ulusal hareketinin Türkiye devrimci hareketi ile, hatta Türkiye halklarıyla kurduğu ilişkinin “turnosol kağıdı” Gezi direnişidir. Sadece ona bakmak bile, Kürt hareketinin faydacı, kendini merkeze koyan yaklaşımını ortaya serer. Biz de o örnekle yetineceğiz.

Gezi direnişinin sürdüğü günlerde, Selahattin Demirtaş ve Pervin Buldan, Öcalan ile görüşüyor. Tarih 7 Haziran 2013. Türkiye tarihinin bu en kitlesel ve yaygın halk ayaklanması ile ilgili o görüşmede tek bir kelime edilmiyor. Kürt ulusal hareketinin kendisi dışında bir şeyle ilgilenmediğini gösteren son derece çarpıcı bir belgedir bu.

Bir sonraki görüşmede ise (24 Haziran 2013) Öcalan bir-iki yerde değiniyor. O da yanlış bir şekilde. Çevre sorunu gündeme geldiğinde “İşte Taksim bir yerellik sorunudur” diyor. Ardından “ekoloji komisyonu”nu açarken örnek veriyor: “Taksim-Gezi’de ortaya çıktı ki, ekoloji Türkiye’nin de sorunudur.” (sf: 93)

Oysa Gezi direnişinin sadece “çevre-ekoloji” ya da “yerellik” sorunu olmadığını, sağır sultan bile duydu. Başlangıç noktası öyle olsa bile, sonrasında ülke çapında bir ayaklanmaya dönüşmesinin asıl nedeninin, AKP hükümetinde somutlanan faşist baskı ve uygulamalar olduğunu bilmeyen kaldı mı? Öcalan’ın bunu görmemesi mümkün mü?

Ama o bu gerçeği, sadece AKP’nin verdiği sözleri tutmadığı zaman hatırlıyor! “Benimle oyun oynayanla siz de oyununuzu oynarsınız. Bakın, Taksim’e katılsaydınız bile, hükümet giderdi!” diyor Demirtaş’a. (sf: 98)

Elbette Kürt hareketi Haziran ayaklanmasına katılsaydı, “hükümet giderdi!” Onlar bunun çok net farkındaydılar. Tam da buna yol açmamak için, yani AKP ile “çözüm süreci”ne halel gelmesin diye ayaklanmaya katılmadılar. Fakat AKP onların bu büyük yardımına rağmen istedikleri yasaları çıkartmadığında, “Gezi”yi bir tehdit aracı olarak kullanmaktan geri durmadılar. Daha acısı, HDP’yi “Gezi direnişinin partisi”ymiş gibi sundular. Sokaklar yerine sandığı koydular. Halkın tepkisini parlamentarizm batağında boğmaya kalktılar.

Sonra da deniyor ki, PKK bunun özeleştirisini verdi!

Birincisi; bazı şeylerin “özeleştirisi” olmaz! Direniş bastırıldıktan, o uğursuz rolü oynandıktan sonra, “özeleştiri” verilse ne olur!? İkincisi; “özeleştiri” hangi saiklerle veriliyor, ona bakmak gerekir. AKP’yi sıkıştırmak ve Gezi’nin mirasına konmak için yapıldığı çok açık değil mi?

Bakın “İmralı notları”nda Öcalan, 21 Temmuz 2013 tarihli görüşmede “heyet”tekilere ne diyor: “Gezi olaylarında sizin de yeterince taktik geliştiremediğiniz görüldü. Bazı eksiklikleriniz oldu orada.” (sf: 103)

Direnişin üzerinden bir ayı aşkın bir süre geçtikten sonra “bazı eksiklikler” diye küçülterek değiniyor. Oysa direnişin yaşandığı günlerde yapılan görüşmede bu tutuma dair tek bir eleştirisi yok! Bırakalım eleştiriyi, bunun konu dahi edilmediğini görüyoruz. Direnişin en şiddetli haliyle yaşandığı günlerdeki görüşmede ifade edilmediği gibi, bitişinden sonraki görüşmede de (24 Haziran 2013) herhangi bir eleştiri yok! Türkiye tarihinin bu en büyük halk ayaklanması, Öcalan tarafından değerlendirme konusu bile olmuyor.

Haziran ayaklanması bir aynadır. Her kişi ve kurumun gerçek niteliği bu aynada kendini göstermiştir. Kürt hareketinin de Türkiye devrimci hareketi ile ilişkilenme isteğinin nedenlerini arayanlar, bir HDP projesine, bir de Gezi direnişine bakmalıdır.

 

Sonuç yerine

“İmralı notları” üzerine söylenecek daha çok söz var. Başta Suriye olmak üzere, devlet hangi planlarla “masa”ya oturdu ve sonrasında onu neden yıkma gereği duydu, çok konuşulacaktır.

Hiç kuşkusuz “çözüm süreci” bölgemizde sürmekte olan emperyalist savaştan ve onun işbirlikçilerinin artan iştahlarından bağımsız değil. İçeride-dışarıda gerçekleşen bir dizi olayın, bu “süreç”le ve onun yürütülüş biçimiyle bağlantısı bulunuyor.

Bunlara yeri geldikçe değindik, bundan sonra da değineceğiz. “İmralı notları” bu açıdan elimize yeni bilgi ve belge veriyor. Başta da belirttiğimiz gibi, tahmin veya öngörü olarak ortaya koyulan tespitlere somut ve çarpıcı örnekler sunuyor.

En önemlisi ise, ezilen bir ulusun haklarının, bu şekilde kurulmuş bir “masa” ve görüşme yöntemi ile alınamayacağı gerçeğidir. Böylesi bir “çözüm” arayışından geriye kalan, yanmış-yıkılmış evler, yerinden-yurdundan edinmiş insanlar olmuştur.

Hal böyleyken HDP hala “çözüm süreci yeniden başlasın” diyor! Kürt halkı ölüm pahasına evini-sokağını savunurken, hala “İmralı”yı adres gösteriyor.

Elbette halk “barış” istiyor! Bütün halklar savaş değil barış ister! Ama sömürü ve zulmün olmayacağı, kendinin ve çocuklarının geleceğinden kaygı duymayacağı, dilini-kültürünü-inancını hiç bir baskı altında kalmadan yaşayacağı bir barıştır bu. Böyle bir “barış”ın yolu da ne “İmralı”dan ne de “müzakere masaları”ndan geçiyor. Halkların birleşik mücadelesi dışında bir yol, devrim ve sosyalizm dışında bir alternatif bulunmuyor.

 

 

Dipnotlar

(*) Dipnot: S. S. Önder, heyet içinde Öcalan’ın en fazla övgüsüne mazhar olan, “bizim kıymetlimiz” dediği ve heyetin “başsözcüsü” ilan ederek, dışarıda kendisini temsil yetkisi verdiği, tüm kurum ve kişilerin üzerine çıkardığı kişidir. “Söyledim, benim adıma sözcü sensin” diyor Önder’e. “İşte Pervin (Buldan), Ceylan (Bağrıyanık), diğerleri de dahil, senin sözünden çıkmayacak.” (sf: 452) Kitabın pek çok yerinde S. S. Önder’e övgüler ve payeler bulabilirsiniz. Ama kitaptan da anlaşılıyor  ki, Öcalan, Önder’i daha önceden tanımıyor!

(**) Öcalan, yakalanmadan önce S. Süreyya Önder’i tanımadığı gibi, -ki, Önder, memleketi Adıyaman’da karşılaştıkları hatırlatıyor, fakat o çıkaramıyor- Figen Yüksekdağ’ı da tanımıyor. BDP-HDP heyeti tarafından da ona tanıtılmış, önerilmiş değil. Bu durumda medyadan izlediği kadarıyla ve görüştüğü kişilerin tavsiyesi ile belirlendiği sonucu çıkıyor. Ama bu örnek de gösteriyor ki, belediyelerden cumhurbaşkanı adaylarına, parti eşbaşkanlarına kadar herşey İmralı’dan belirleniyor.

(***) Lütfi Taş’ın içinde bulunduğu “barış grubu” için “Bizzat Emre Bey’in isteği üzerine geldi” diyor Öcalan. (Emre Taner, Hakan Fidan’dan önceki MİT Müsteşarı. Öcalan, görüşmelerin Emre Taner zamanında 4 yıl önce başladığını, sonra iki yıl kesintiye uğradığını “heyet”le ilk görüşmesinde söylüyor -bn) ‘Gelsinler’ diye çok rica etti. ‘Bir grubun gelmesi çok şeyi çözer, çok şeyin önünü zincirleme açabilir’ dedi. Ben ‘yasası yok’ dedim. Ancak kendisi bu konuda önemli gelişmelere çok inandığı için öyle çağırdım. Ama sonuç ortada! Kim kuralı ihlal etti? Bunun hesabını kim verecek?” (sf: 374) Evet kim?!

Bunlara da bakabilirsiniz

Lezita işçileri direniyor

İzmir’in Kemalpaşa ilçesinde bulunan Lezita fabrikasında, Öz Gıda-İş Sendikası’na üye işçilerin direnişi sürüyor. Abalıoğlu Grup’a …

İran’ın İsrail’e saldırısı ne anlatıyor

İran 13 Nisan gecesi İsrail’e, en az 300 SİHA (Silahlı İnsansız Hava Aracı) ve füze …

Azmi Akan ölüm yıldönümünde anıldı

Azmi Akan, ölüm yıldönümünde Adana’da mezarı başında yoldaşları tarafından anıldı.