Kadınların yüzyıllardır süren eşitlik mücadelesi

arka-yazi

Kadının özgürleşmesi ve erkek ile tam hak eşitliği mücadelesi, yüzyıllardır sürüyor. Bu konuda çok önemli kazanımlar da elde edildi. Fakat emperyalist-kapitalist sistemin zaferini ilan ettiği ‘90’lı yıllardan itibaren, kadın hakları konusunda da ciddi bir gerileme sözkonusudur. Bunun en temel nedeni, dünya ölçeğinde sosyalizmin yenilgisidir.

Bir burjuva akım olan feminizmin yaygınlaşması ve kadın sorunu konusunda neredeyse tek söz sahibi haline gelmesi de, bununla ilintilidir. Siyasette reformizmin, kadın sorununda feminizmin ağır bastığı bu dönemin, en temel hak ve özgürlüklerin tırpanlandığı bir dönem olması tesadüfi değildir. Sadece bu bile, feminizmin “kadının kurtuluşu”nu sağlamayacağını, aksine daha geriye götürdüğünü göstermektedir.

Kadının özgürleşmesi ve erkekle tam hak eşitliğine kavuşmasının yolu, teorik olarak Marks ve Engels tarafından ortaya konmuş, sosyalist SB ile pratiğe geçirilmiştir. Ve kadın hakları konusunda bugüne dek en ileri adımlar, sosyalist SB’de atılmıştır.

Engels’in, -Marks’ın çalışmalarından da yararlanarak- kaleme aldığı “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı eseri, kadının köleleşmesinin ekonomik temelini açıklayan ve özel mülkiyetin kaldırılmasıyla kadının özgürleşeceğini tarihsel gerçeklerle ortaya koyan en ciddi araştırmadır. O günden bu yana kadın sorunuyla ilgilenen herkes için en önemli referans kaynağıdır aynı zamanda.

Kadın örgütlenmesi konusunda ise, Clara Zetkin’in başkanlığında toplanan Komünist Enternasyonal’a bağlı kadın konferansları ve onların aldığı kararlar, bugüne dek görülen en büyük ve en etkili kadın hareketini yaratmıştır. 8 Mart’ın “emekçi kadınlar günü” olarak ilan edilmesi ve tüm dünyada kutlanması da, bu örgütlülük sayesindedir.

Kısacası, kadının kurtuluşu yönünde teorik-siyasi-örgütsel somut ve ciddi adımlar, Marksist-Leninistler tarafından atılmıştır. Hal böyleyken, sosyalizmin geçici yenilgisi üzerinde tepinilmekte, sosyalizmin kadın sorununu çözemediği iddia edilmekte ve sosyalizmin karşısına feminizm çıkarılmaktadır.

Feminizm, -önüne ne sıfat takılırsa takılsın- kadını köleleştiren sınıflı toplumları değil, erkeği hedefe çakan ideolojisiyle; işçi-emekçi kadını değil, orta sınıf kadınları temsil eden yapısıyla, geçmişe ait bir akımdır. Dün de bugün de emekçi kadına sunduğu hiçbir şey yoktur, olamaz. Zaten 19. yüzyılın sonunda gelişmeye başlayan proleter kadın hareketi karşısında yenilmiştir, bundan sonra da yenilmeye mahkumdur.

Devrimlerde, ulusal ve sosyal kurtuluş savaşlarında kadının belirleyici rolüne karşın, feminizmin bu süreçlerde ya sessiz kalarak ya da açıktan, egemen sınıfları desteklediğini görüyoruz. Emperyalist savaşa ve faşizme karşı görkemli direnişler gerçekleştiren kadınlar, ağırlıklı olarak işçi-emekçi kökenli ve devrimci kadınlardır, feministler değil! Kadın işçilerin sorunları ve direnişleri ise, zaten feministlerin ilgi alanlarına girmiyor. Ve sosyalist SB’de kadınların kazandığı haklar, bilinçli bir şekilde görmezden geliniyor, çarpıtılıyor…

Oysa yüz yılı aşkın süredir kadının özgürlüğü ve tam hak eşitliği, sosyalistler tarafından savunulup yaşama geçirilmiştir. Kadın hareketinin kısa tarihine bir göz atmak bile, bu gerçeği görmemizi sağlayacaktır.

 

Kadın hareketinin kısa tarihi

Kadın hakları için mücadelenin tarihi, çok öncesi dönemlere dek uzanır. Sömürücü toplumlar ortaya çıktığı andan itibaren, kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesi de başlamıştır.

 

Birincisi, ilk köleleştirilen insan olan kadın, köleliğini kabullenmemiş, her dönem buna karşı mücadelesini yükseltmiştir. Her şeyden önce, yaklaşık 500 bin yıl süren ilkel komünal toplum boyunca, özgür ve eşit olarak yaşayan kadının, köleliği koşulsuz kabullenmesi ve ona direnişsiz boyun eğmesi düşünülemez. Kadınların yaklaşık 6 bin yıldır (köleciliğin başından itibaren) süren bu mücadelesinin yazılı belgeleri ne yazık ki fazla yoktur. Ancak bazı anlatımlar, rivayetler ve kimi belgeler yine de günümüze kadar kalabilmiştir.

“Bachofen, eski yazarlara dayanarak, kadınların bu sosyal değişime (anaerkil toplumdan ataerkil topluma geçişte-nba) şiddetli direnişle karşı koyduklarını düşünüyor. Özellikle Asya ve Doğu tarihinde görülen ve Güney Amerika ve Çin’de de ortaya çıkmış olan, Amazon İmparatorluklarına dair efsaneleri, kadınların yeni düzene karşı mücadele ve direnişinin kanıtı olarak görüyor.” (Kadın ve Sosyalizm, A. Bebel, İnter Y. sf. 65)

Keza köleci ve feodal toplumlarda, egemenlerin “cadı” olarak ilan ettiği ve ağır işkencelerden geçirdiği, yakarak öldürdüğü kadınların, “büyücü” değil, kurulu düzene muhalif, boyun eğmeyi reddeden, bağımsız karakterli kadınlar olduğu bilinmektedir. Onlar, kimi zaman bireysel, kimi zaman grupsal düzeyde de olsa, hem kadın hem de toplum üzerindeki baskıya, ataerkil sömürü düzenine başkaldırmışlardır.

“Cadı avcılığı”, egemenlere pek çok fayda birden sağlamıştır. Yoksul kadınların “cadı” olarak suçlanması ve yakılması, her türden başkaldırıya karşı bir tedbir amacını taşımaktadır mesela. Ama eğitimli, bilim ve sanatla uğraşan, baskı altındaki yoksul kadınları koruma altına alan zengin kadınlar da “cadı” ilan edilmektedir; burada, topluma mesaj vermenin ötesinde, bu zengin kadınların mülküne el koymak gibi bir ek “fayda” da vardır egemenler açısından.

Feodalizm döneminde istisnai bir başarı elde eden Fransız kadın yazar Christine de Pizan, (1365-1430) daha 1400’lerin başında kadın haklarına ilişkin kitap ve araştırma yazıları yayınlamayı başarmıştır. İngiliz filozof Mary Astell (1666-1731) ise, bir taraftan felsefede önemli adımlar atarken, diğer taraftan kadına dönük baskının yasallığı tartışmasını başlatmıştır.

“Feminizm” kavramı ilk olarak Fransız İhtilali ile kullanılmaya başlanmış olmakla birlikte, “kadın hakları mücadelesi”, sömürünün tarihi kadar eskidir. Ve her kuşak kadın mücadelesi, bir öncesinin birikimleri üzerinden sürdürülmüştür.

 

İkincisi; Fransız İhtilali’yle beraber sahneye çıkan feministler, dönemlerinin çok ilerisinde, devrimci kadınlardır. Temel sloganları “eşitlik ve özgürlük”tür. Onlar barikat başlarında dövüşen, giyotinle idam edilen, kurşuna dizilen, kısacası Fransız İhtilali’ni erkek yoldaşları ile birlikte omuz omuza gerçekleştiren kadınlardır. Ne isyan eden halk karşısında “ekmek yoksa pasta yesinler” sözüyle kötü-ünlü kraliçe Maria-Antionette’i, ne de ihtilale karşı savaşan karşı-devrimci kadınları sahiplenmezler. Bir taraftan emekçi-yoksul kadınların hakları için mücadele ederken, diğer taraftan karşı-devrimci kadınlarla, tıpkı karşı-devrimci erkeklere karşı olduğu gibi mücadele etmiş, cezalandırılmalarını istemişlerdir.

Fransız İhtilali’nin devrimci kadınları, öncelikle sınıfsal kimlikleriyle hareket etmiş, aynı zamanda kendi haklarını kazanma mücadelesini yürütmüşlerdir.

Bu yanıyla, cins olarak kimliğini birinci sıraya koyan, karşı-devrim safından kadınları da “hemcins”leri olarak sahiplenen, cins olarak mücadeleyi sınıfsal mücadeleden önde gören bugünün feministlerinden mutlak biçimde ayrılmaktadırlar.

 

Üçüncüsü; Fransız İhtilali bir burjuva devrimdi, önderliğini burjuvazi yapmıştı ve ihtilali gerçekleştirdiği dönemde burjuvazi de ilericiydi. Ancak ihtilalin hemen ardından burjuvazi ilerici yönünü kaybetti, gerici-sömürücü bir egemen sınıfa dönüştü. Bir burjuva ideolojisi olan feminizm de, ait olduğu sınıfın yolundan gitti.

Feminizm, burjuvazinin ilerici olduğu dönemde kadın hakları konusunda ilerici bir rol oynadı, devrimci kadınları saflarında topladı. Burjuvazinin ideolojik olarak gericileşmesi sürecini, biraz geriden de olsa takip etti (geriden takip etmesinin sebebi de devrimci kadınların direnciydi); ancak sonuç olarak gericileşti.

Feminizm, başlangıçta da burjuva ideolojisiydi, bugün de burjuva ideolojisi olarak varlığını sürdürüyor. İlerici olduğu dönemde “eşitlik ve özgürlük” mücadelesini devrimci bir tarzda sürdürüyordu; burjuvazinin gericileştiği günden bu yana ise, “eşitlik ve özgürlük” lafazanlığını en gerici, en yoz haliyle pazarlamaya, işçi ve emekçileri bölmenin aracına çevirmeye çalışıyor.

 

Dördüncüsü; kadın hakları mücadelesi, ancak ve ancak proletaryanın ideolojik-siyasal olarak tarih sahnesine çıkması ve kendi sınıf mücadelesini vermeye başlamasıyla gerçek anlamını buldu.

Fransız İhtilali, tarihte ezilen sınıfın iktidara karşı başkaldırısının zafere ulaştığı ve iktidarı ele geçirdiği ilk örnektir. Öncesinde son derece önemli ayaklanmalar gerçekleşmiş olmakla birlikte, hiçbiri iktidarı yıkmayı başaramamıştır. Gerek köleci toplumdan feodal topluma geçiş evresinde, gerekse tek tek büyük imparatorlukların yıkılmasında, ezilen sınıfın ayaklanmaları önemli bir rol oynamış, fakat ezilen sınıf iktidarı ele geçirememiştir. İktidarlar, kitle ayaklanmaları ile zayıfladıktan sonra, iktidarın dışında kalan kliklerin yüklenmesiyle (mesela Roma İmparatorluğu’nun Doğu ve Batı Roma olarak bölünmesi) ya da başka ülke ve toplulukların savaşıyla (mesela Batı Roma İmparatorluğu ile Germen toplulukların savaşı) el değiştirmiştir.

Fransız İhtilali bu yönüyle ilktir. Hem ayaklanan halkın iktidarı ele geçirmesini sağlamış, hem de feodalizmden kapitalizme geçişi gerçekleştirmiştir. Yeni bir sınıf olarak proletaryanın da ortaya çıktığı ve burjuvazinin önderliğinde gelişen bu ayaklanmaya katıldığı düşünülürse, böyle bir devrimin, kadın hareketini de kitlesel ve örgütlü hale getirmesi doğal bir sonuçtur.

Çünkü kadın hakları mücadelesi, ezilen sınıfın hak ve özgürlükler mücadelesinden bağımsız değildir. Ve Fransız İhtilali’nin hemen sonrasında, 1800’lerin ikinci yarısından itibaren kadın işçilerin grev ve direnişlerinin hem sayısal artışı, hem de etki gücünün yaygınlaşması, kadın hareketinin en önemli eşiğidir. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün yasal bir hak olarak tanınması bile, bu mücadelenin sonucudur.

Ve bu süreç, Komünist Enternasyonal’in sistemli politikaları, 1917 Ekim sosyalist devrimi ile birlikte, gerçek mecrasını bulmuştur. Kadın hakları mücadelesi, kendisini gerçek kurtuluşa götürecek olan yola, devrim ve sosyalizm mücadelesi ile birlikte kavuşmuştur.

 

Fransız İhtilali

ve feminist hareketin doğuşu

Fransız İhtilali ile birlikte başlayan ve ilerici bir nitelik taşıyan kadın hareketi, “birinci dalga feminizm” olarak tanımlanır. Bu “dalga” kadınların toplumsal yaşamda erkekle eşit haklara sahip olması için mücadele üzerine yükselmiştir.

Fransız İhtilali, toplumsal bir ilerlemeyi simgeleyen “insan hakları evrensel beyannamesi”ni yayınladı, ama İhtilal’in önemli dinamiği olan kadınlar, devrim sonrasında hakettikleri hak ve özgürlüklere kavuşamadılar. Devrim sonrasında kendisi için özgürlüğü ve iktidarı ele geçiren burjuvazi, kadınların “ikincil” konumunu korudu. Burjuvazi, ezen-ezilen sınıf ilişkisinin tüm tarihsel örneklerinde olduğu gibi, kadın sorununda da kendisinden önceki sınıflı-sömürücü toplumların izinden yürüdü.

Buna karşılık ilerici kadınlar, “giyotinle idam edilmede eşitsek, yaşamda da, meclis kürsüsünde de eşit olmalıyız” diyerek harekete geçtiler, örgütlendiler. Fransız burjuvazisinin bunlara cevabı, örgütlerini yasaklamak, önderlerini idam etmek oldu. Ancak bu hareket, başta İngiltere olmak üzere, dalga dalga yayıldı. Hareketin temel talepleri, oy, eğitim ve mülkiyet hakkıydı. İlk feministlerden sayılan İngiliz kadın yazar Mary Wollstonecraft’ın “Kadın Haklarının Müdafaası” (1792) adlı eseri, bu dönemdeki mücadeleye damgasını vurdu.

19. yüzyılın ilk yarısından itibaren, feminist hareket Avrupa’nın birçok ülkesinde, ABD’de ve Avustralya’da hızla yükseldi. Talepleri aynıydı; oy, eğitim ve mülkiyet hakkı.

1848 burjuva devrimleri sonrasında, proleter kadın hareketinde de hızlı bir tırmanış ortaya çıktı. Proleter kadın hareketinin ilk örnekleri, yapı ve tekstil sektöründe çalışan kadınlar arasında görüldü. Kadın işçiler toplantılar gerçekleştiriyor, örgütlenme biçimlerini yaratmaya çalışıyordu. Ve en önemlisi, kadınların talepleri, asıl olarak sınıfsal nitelik taşıyordu: Çalışma saatlerinin kısaltılması, sağlık sigortası, işsizlik vb.

 

Proleter kadın hareketi doğuyor

1857 yılında, ABD’nin NewYork kentinde 40 bin dokuma işçisinin başlattığı grevde, 129 kadın işçinin yanarak ölmesi proleter kadın hareketinin ilk önemli çıkışıdır. Ve sonrasında bu tarih, 1910 yılında Kopenhag’ta toplanan Sosyalist Kadınların İkinci Konferansı’nda 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak resmileşecektir.

Engels’in 1884’te yazdığı “Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı kitap, kadın sömürüsüne ve bunun sınıflı toplumlarla olan ilişkisine dair teorik bir temel oluşturmuştu. Benzer biçimde, Clara Zetkin, August Bebel gibi Alman komünistlerinin mücadelesi ve yayınladıkları eserleri, proleter kadın hareketini ileriye taşıdı. Hareketin talepleri ise, çalışma saatlerinin kısaltılması, eşit işe eşit ücret gibi, asıl olarak sınıfsal taleplerdi.

Kuşkusuz proleter kadın hareketi de, “kadın hakları” için mücadele yürütüyordu. Ancak feminist hareketle hiçbir biçimde birlikte hareket edilmiyor, birbirlerinin mücadelesine katılma ya da destek verme sözkonusu olmuyordu. Çünkü işin özünde bir farklılık, ilkesel bir yol ayrımı sözkonusuydu. Feminist hareket, burjuva kadının talepleri uğruna ve burjuva erkeklere karşı mücadele ediyordu. Kendi mülkü üzerinde söz sahibi olma, erkeklerle eşit düzeyde yüksek öğrenim görme, politikaya atılma gibi talepler, mülk sahibi burjuva kadının talepleriydi. Proleter kadın ise, sınıfsal çıkarları için mücadele ediyordu; yanında proleter erkeklerle, yani sınıf kardeşleriyle birlikte, burjuva iktidarına karşı savaşıyordu. Proleter kadının talepleri, proleter erkeklerin talepleriyle örtüşüyordu, ancak burjuva kadınların talepleriyle buluşamıyordu. Bu nedenle, kavgada müttefiki burjuva-feminist kadınlar değil, proleter erkeklerdi.

“Kapitalist ülkelerde sermayenin ve özel mülkiyetin iktidarı sürdüğü sürece, kadının erkeğe bağımlılıktan kurtuluşu, ancak kendi mülkiyeti üzerinde tasarrufta bulunma ve erkekle eşit olarak çocukların kaderini tayin hakkına sahip olma hakkının ötesine geçemez. Parlamentarizmin hakimiyeti altında feministlerin, oy hakkını kadınları kapsayacak şekilde genişletme çabası, kadınların gerçek eşitliğe kavuşması sorununu, özellikle de mülksüz sınıfların kadınlarının gerçek eşitliğe kavuşması sorununu çözemez. … Oy hakkı, kadının aileye ve topluma prangalanmasının asıl nedenlerini yıkamaz.” (Komünist Enternasyonal III. Kongresi- 1921, aktaran Kadın Sorunu Üzerine, İnter Y. sf. 120-121)

Zaten, feminizmin “kadın hakları” mücadelesi, gerçekte burjuva kadının haklarının savunusudur. Mesela, 19. yy.da “eğitim” hakkı için verilen mücadele başarıya ulaştığında, bundan ilk önce ve uzun bir zaman boyunca sadece burjuva kadınlar yararlanmıştı. Bugün de, “seçilme” hakkı, yine burjuva kadına ait bir haktır; tıpkı proleter erkek gibi, proleter kadın da, “seçilmek” için gereken maddi güce ve olanaklara sahip değildir.

Tam da bu nedenle, tıpkı Fransız İhtilali’nin gerçekleştiği günden itibaren burjuvazinin ilerici konumunu kaybetmesi gibi, burjuva kadının kendisi için hak mücadelesi de ilerici konumunu kaybetmiş, gerici, karşı-devrimci bir niteliğe bürünmüştür. Burjuva kadının ideolojisini temsil eden feminizm, o günden sonra karşı-devrimci bir akım olarak varlığını sürdürmüştür.

Bu nedenle Komünist Enternasyonal’in III. Kongresi, geniş kadın kitleleri içinde çalışma yürütülmesi konusunu işlerken, kadın komisyonlarının önüne koyduğu temel görevlerin içinde, “feminizme karşı mücadele ve kadın sorununun çözümü konusunda feministlerin çabalarının boşuna olduğunu, emekçi kadın kitlelerine anlatma” görevini özel olarak tanımlamıştır. Bir başka deyişle, emekçi kadın çalışmasında, feminizme karşı mücadele olmazsa olmazdır.

 

Sosyalizm yükselirken,

feminizm geriledi

1800’lerin sonlarında, feminist ideoloji ciddi bir gerileme yaşamaya başladı. Bunda iki önemli etken vardı. Birincisi, Komünist Enternasyonalin tutumudur. K. Enternasyonal, feminizmi, burjuvaziye ait bir ideoloji, karşı-devrimci bir ideoloji olarak mahkum etmiş, proleter kadın hareketinin önünde önemli bir engel olarak görmüştü; ve feminizme karşı mücadeleyi temel hedeflerden birisi olarak komünist kadroların önüne koymuştu. Enternasyonal’in bu tutumu, emekçi kadın mücadelesinin önündeki en önemli engellerden birinin temizlenmesini kolaylaştırdı.

İkincisi, 1917 Ekim Devrimi sonrasında, dünya genelinde sosyalizmin prestijinin artması, feminizme vurulan en ciddi darbe olmuştur. Sosyalist Sovyetler Birliği’nde (SB), kadınlara dönük tüm yasal düzenlemelerin yapılması (boşanma, miras, kürtaj hakkı, kendi soyismini kullanma vb), emekçi kadınların toplumsal yaşama, siyasal faaliyete katılmasını sağlayacak tüm yasaların çıkarılması (seçme ve seçilme hakkı, yüksek öğrenim görme, parti hiyerarşisinde yükselme, tüm işkollarında özgürce çalışabilme hakkı vb), çalışma yaşamında kadınları gözeten düzenlemelerin yapılması (doğum izni, kreş hakkı, eşit işe eşit ücret vb) gibi uygulamalar, dünya halklarının gözünde çarpıcı bir örnek yaratmıştır.

Sosyalist SB kadın hakları konusunda hızla önemli mesafeler katetmiş; kadın sorununu tümden çözecek olan komünizmin sosyalizm aşamasında attığı bu somut adımlarla, kadının gerçek kurtuluşunun yolunu bütün açıklığıyla göstermiştir.

Bu aynı zamanda, feminizmin ideolojik-siyasi-pratik yenilgisidir.

SB’de kadın hakları konusunda bu adımlar atılırken, kapitalist ülkelerde son derece sancılı bir süreç yaşanmaktadır. Bir taraftan yükselen sınıf hareketi ve kadın hakları mücadelesi; diğer taraftan kitlelerin sosyalizme ve SB’ye duyduğu sempatiyi “yatıştırma” adına belli haklar verilmiştir. Ancak bu haklar hem çok kısıtlıdır, hem de her aşamada yeniden kazanılması gerekmiştir.

1920’lerde, ABD başta olmak üzere birçok kapitalist ülkede kadınlara oy hakkı verilmesi bu kapsamdadır. Bu son derece sancılı, zorlu bir süreçtir. Mesela ABD’de, I. Emperyalist savaşa kadar oy hakkı sadece beyaz erkeklere ait bir ayrıcalıktı. Savaş sonrasında beyaz kadınlarla birlikte siyah erkeklere de oy hakkı verildi; siyah kadınların ise hala oy hakkı yoktu. Siyah kadınlar oy hakkı için mücadeleye geçtiklerinde, sadece egemen sınıfların değil, siyah erkeklerin de tepkisi ile karşılaştılar.

1920’lerden itibaren, genel olarak kapitalist ülkelerde kadın haklarında kayıplar sözkonusudur. Bunda en önemli etken, savaştan dönen erkeklere iş sahası açmak amacıyla, fabrikalarda çalışan kadınların işten çıkarılması ve eve geri dönmeye zorlanmasıdır. Üretimden kopartılan kadın, haklarından da adım adım kopartılacaktır. Savaş sonrasında erkek nüfusunun çok az, kadın nüfusunun fazla olması, burjuvaziye “aile” üzerinden demagoji bombardımanı yapması olanağı getirir. “Evlilik-doğum-çok çocuk” üçgeni, devletin en çok propaganda ettiği unsurlar olur.

Bu dönem, aynı zamanda dünya genelinde sosyalizme sempatinin ve sınıf mücadelesinin yükseldiği, ancak feminist hareketin gerilediği, deyim yerindeyse “sahneden silindiği” bir dönemdir. Avrupa ülkelerinin neredeyse tamamında, dünyanın önemli bir bölümünde komünist partiler kurulup, Komünist Enternasyonal’in çalışmaları güçlenirken, feminizm gölgeye çekilmektedir. Bu onun doğasına da uygundur. Burjuvazinin kadını eve kapatmaya ve mücadeleden uzak tutmaya çalıştığı bir dönemde, bir burjuva ideolojisi olan feminizmin buna uyum sağlaması, burjuvazinin çıkarlarına uygun bir konumlanışa geçmesi kaçınılmazdır. Feminizmin gerilemesinin üçüncü nedeni de budur.

1990’lı yıllarda ABD’de kürtaj karşıtı mücadelenin durumu, feminizmin burjuvazinin çıkarları doğrultusunda hareket ettiğinin, bir başka somut görüntüsüdür. 1992’de Kürtaj Hakkı Yasası’nı vaadederek seçimleri kazanan Clinton, 8 yıllık görev süresi boyunca bu vaadini yerine getirmemiş, üstelik Çocuklu Ailelere Yardım Programı’nı (yoksul kadınlar bu programdan yararlanıyordu) yürürlükten kaldırmıştı. Buna rağmen, 1992-2004 yılları arasında, Washington’da kürtaj karşıtı tek bir eylem bile gerçekleşmedi. 1990’lı yıllar, ABD’nin “küresel dünya imparatorluğu”nu ilan ettiği yıllardı; ve burjuvazinin, dünya halkları nezdinde ABD’nin “demokrat”lığını sorgulatacak en küçük bir sese tahammülü yoktu. Feministler de buna uygun davrandı, en önemli gündemleri olan kürtaj yasağına karşı mücadeleyi bir yana bırakıverdiler.

 

Burjuva feminist hareket yeniden

‘60’lı yıllar, feminizmin yeniden güç kazandığı, “ikinci dalga” olarak tanımlanır.

Bu dönemin temel sloganı, “kadının kendi bedeni üzerindeki söz hakkı”dır. Doğum kontrolü ve kürtaja karar verme hakkının kadına ait olması, en başta gelen taleplerdir. “İkinci dalga”nın önderi ve teorisyeni sayılan Simone de Beavoir, “kadınların kurtuluşu karınlarından başlayacak” diyordu. Keza “özel alan politiktir” sloganıyla, kadının ev içindeki eşitsizliği öne çıkartılıyordu.

Bu dönemin en önemli özelliği, bütün dünyanın ’68 anti-emperyalist dalgadan etkilendiği, anti-emperyalist mücadelenin yaygınlaştığı bir dönem olmasıdır. Aynı zamanda, her bir ülkede sınıfsal hareketlerde de yükseliş sözkonusudur. Keza Latin Amerika ülkeleri, devrimci gerilla hareketleriyle sarsılmaktadır.

Emperyalist burjuvazinin çıkarlarına dönük ciddi bir tehdidin oluştuğu, kitle hareketlerinin gerçekten etkili bir düzeye ulaştığı bu dönemde; burjuvazi ’68 hareketini zayıflatmak için çok çeşitli ideolojiler ve örgütlenmeler piyasaya sürmüş, bunları güçlendirmiştir. “Çiçek çocuklar”dan “Avrupa komünistleri” adını taşıyan reformistlere kadar çok çeşitli akımların türetildiği bu dönemde, feminizm de, yeniden ve daha etkili olarak piyasaya sürülmüştür.

“Çiçek çocuklar”dan feministlere kadar uzanan bu geniş yelpazedeki akımlar, temel noktalarda ortaklaşmaktadırlar. Hepsi de devrimci örgütlere ve ideolojilere düşmandır; hatta “örgüt”, “önder”, “hiyerarşi”, “işleyiş” gibi vazgeçilmez önemdeki unsurları tümden reddetmekte, en cıvık haliyle örgütsüzlüğü ve disiplinsizliği savunmaktadırlar. Sosyalizmin argümanlarını sulandırmış ve burjuvazi için zararsız hale getirmişlerdir.

Çünkü onlar, kitlelerin devrimci hareketten etkilenmesini önlemek, anti-emperyalist mücadeleyi  zayıflatmak ve dağıtmak için, burjuvazi tarafından desteklenen, önleri açılan akımlardır. Amaç kitle hareketlerini kırmak, sınıfsal çelişkileri ve “iktidar” hedefini muğlaklaştırmaktır.

Her biri bu temel hat doğrultusunda kendi söylemlerini geliştirmiştir. Feminizmin yaptığı da, her tür sınıfsal söylemden arındırılmış bir “kadın” vurgusudur. Sınıfsal ayrımlar tümüyle bir kenara bırakılarak, tüm “kadın”lar aynılaştırılmıştır. Sonrasında feminist hareket, çok daha etkili biçimde bu rotadan yürüyecektir.

’68 dalgası içinde genel olarak burjuva liberal akımların, özel olarak da feminist hareketin çok önemli bir avantajı vardır: Dünya genelinde yükselen devrimci dalga, küçük-burjuva ve anti-emperyalist karakterdedir; sosyalist hareket oldukça geriye düşmüştür, sosyalist Sovyetler Birliği revizyonizme, sosyal-emperyalizme kaymıştır.

Sosyalizm güçlüyken yokolan feminizm, sosyalizmin güç kaybetmesiyle birlikte burjuvazi tarafından yeniden palazlandırılmıştır. Ve “burjuva” ideolojisinin “küçük” temsilcisi olan “küçük-burjuva” hareketlerin, özel olarak da küçük-burjuva devrimciliğinin feminizmden etkilenmesi, feminist kulvara girmesi daha kolay olmuştur.

 

Ülkemizde feminizmin

“altınçağı”

Dünyada feminizm 1960’lardan itibaren yükselirken, ülkemizde 12 Eylül yıllarına kadar yaşam alanı bulamadı. 12 Eylül öncesinin yiğit, militan ve güçlü devrimciliği, bu türden burjuva ideolojilerin güç kazanmasına fırsat vermedi.

Zaten ülkemizde feminizm, ilk olarak cunta sonrasında ve 12 Eylül döneği revizyonist örgütlerin bunalımlı kadın kadrolarında karşılık bulabildi. 12 Eylül’de örgütlerinin yaşadığı tasfiyeci ve teslimiyetçi süreç, örgütleri reformizme, kadınlarını da feminizme yöneltti. Bu bir avuç kadının ilk eylemleri, kahvehane-meyhane basmak, vapurlarda kadınlara “mor iğne” dağıtmak türünden elitist eylemlerdi. Zaten genel olarak toplumda, “bir grup entelektüel kadının şımarıklığı” olarak görüldü.

Fakat ‘90’ların sonundan itibaren Kürt hareketinin girdiği tasfiyeci süreç, bu tabloyu değiştirdi. 2000’lere kadar feminist hareketin temelinde “eşitlik” talebi bulunuyordu. Farklı feminizm akımları bunu farklı biçimlerde tanımlasa da, öz değişmiyor, yaşamda erkeklerle eşitlik talebi yükseltiliyordu. 2000’lerden itibaren, feminizm farklı bir kulvara girdi; “kadının üstünlüğü” feminist hareketin temel argümanına dönüştü. “Üçüncü dalga” feminist hareket, bu temel üzerinden yükseldi.

‘90’larda kimi devrimci yapılarda “kadın sorunu”, kadını küçümsemek ve aşağılamak biçiminde ele alınıyordu. Kadın sorununa ilişkin yazılarında, kadın sürekli olarak didikleniyor, tarihsel olumsuzlukları üzerinden atması, değişmesi, kendini aşması vb vaazediliyordu.

En yoğun olarak Atılım gazetesinin yazılarında kendisini gösteren bu tarz, sınıflı toplumlarda kadınlara öğretilmiş olan olumsuzlukların abartılması, devrimcileşen kadının olumluluklarının görünmemesi noktasına savruluyordu. ‘90’lı yıllarda, küçük-burjuva devrimciliğin jargonunda “kadınlık”, bütün sınıfsal unsurlarından arındırılarak, adeta “lanetli” bir durum haline getirilmişti; kadın devrimcinin mutlak bir değişim geçirmesi gerektiği söylenip duruluyordu.

2000’lerden itibaren, bu söylem değişti. Bu defa “kadın”ın “kadınlık meziyetleri”nin övgüsünde inanılmaz bir abartı çıktı ortaya. “Üçüncü dalga” feminist hareketin bu karakteristik özelliğinin ülkemizdeki en önemli dayanağı, Kürt kadın hareketiydi. Öcalan’ın “Kadın Tanrıça’dır” gibi kadını yücelten, erkeği kınayan sözleri yaygınlaştırıldı; ve giderek erkeğin, ancak “erk”ten ve “erk”eklikten uzaklaştığı, “kadına özgü” özellikleri kuşandığı oranda doğru bir “kimliğe” kavuşacağı öne sürüldü. Üstelik bu yaklaşım, sadece kadın çalışmasına değil, genel olarak parti faaliyetine hakim hale getirildi.

Bu durum, bütün söylemleri değiştirdi. Sınıfsal kavramlara cinsel tanımlamalar getirildi. Kavramlar kendi özünden, gerçek içeriğinden uzaklaştırıldı, cinsiyete göre yeniden adlandırıldı. “Sömürü, saldırganlık, otorite” gibi “ezen” ve “egemen” kavramlar “eril” olarak; “işbirliği, paylaşma, şefkat, duyarlılık, yakınlık, dayanışma” gibi otorite karşıtı ve “ezilen”lere ait davranışlar “dişil” olarak kodlandı.

İki yönlü bir çarpıklık sözkonusuydu burada. Bir taraftan “kadın” cinsi, tümüyle sınıfsal kimliğinden kopuk olarak ele alınıyor, burjuva kadınla işçi kadın aynı potada eritiliyor; bu yanıyla sınıf uzlaşmacılığı yerleştiriliyordu. Diğer taraftan, ‘sömüren-sömürülen’e ait bütün kavramlar, cinsiyetçi bir bakış açısıyla ele alınıyor; egemen davranış biçimleri “erkekleşmek” olarak tanımlanıyordu. Mesela “kadın”ın sınıfsal bir tanımlama olmadığı, burjuvazinin de kadınları olduğu, Kürt hareketine dönük en vahşi terörün uygulayıcısı olan Tansu Çiller’in de bir kadın olduğu hatırlatıldığında, “ama o erkekleşmiş” denebiliyordu. Karşı-devrimci kadınlar “kadın dayanışması” kılıfı altında “müttefik” ilan edilirken, proleter erkekler “proleter kadınları ezdiği” gerekçesiyle dışlanıyor, uzaklaştırılıyor, düşmanlaştırılıyordu.

Devrimci-sosyalist ideolojiye karşı burjuva ideolojisini güçlendiren bir saldırıydı bu aynı zamanda. Çünkü Marksizm-Leninizmin her olguyu, her gelişmeyi sınıfsal olarak değerlendiren bakışaçısı çarpıtılıyor; her şey “cins” temelinde ele alınıyor, bu öğretiliyor ve yaygınlaştırılıyordu.

 

Feminizm, burjuva ideolojisidir

Burjuvazinin yozlaştırma saldırısının demagojilerinden birisi de, insanların davranışlarını ve kararlarını “hormonlar”ın yönettiği üzerinedir. Bir burjuva ideolojisi olan feminizmin, burjuvazinin ideolojik argümanlarını, devrimci çevrelerde daha kabul edilebilir sosa bulayarak pazarlaması, siyasal, toplumsal ya da sınıfsal her unsuru “kadın-erkek” olarak saflaştırması, şaşırtıcı değildir. Ancak toplumsal ilişkilere, “kadın ve “erkek” ayrımından bakmak, gerçek bir yozlaşmadır.

2000’lerde etkisini daha yaygın gösteren tasfiyeci süreç ve 19 Aralık katliamının arkasından belirginleşen yenilgi yılları, devrimci hareketin güç ve özgüven yoksunu oluşu ile birleşerek, Kürt hareketinin sadece kadın sorununda değil, genel olarak siyasi-ideolojik konularda çekim alanını güçlendirmiştir.

Türkiye Devrimci Hareketi (TDH) içinde tasfiyeciliğin gücü, kadın sorununda da kendisini göstermektedir. Siyasette reformizm, pratikte örgüt-hiyerarşi-disiplin karşıtlığı, kadın sorununda feminizmin altyapısını oluşturmaktadır. Bugün, devrimci yapıların ezici çoğunluğu, kadın sorununda karşı-devrimci feminist görüşlerin etkisi altındadır.

Kadın ya da erkek, her insan yaşamda öncelikle sınıfsal konumuyla var olur. Devrim cephesinde de, karşı-devrim cephesinde de kadın liderler olmuştur ve olacaktır. Her iki taraftaki kadınlar da, cins olarak kimliklerini korumakla birlikte; ayrıştıkları nokta ve saflarını belirlemelerini sağlayan unsur, sınıfsal kimlikleridir.

Sadece bireylerin ilişkilerinde değil, toplumların, devletlerin ilişkilerinde de, her tür kararın temelinde “ekonomi” vardır. Hayatı yöneten unsur ekonomidir. Ve tüm kararlar, ekonomik durumla ilgili olarak alınır. Kadın ya da erkek burjuvalar, yaşama sadece karlarını artırmak noktasından bakarlar; cins olarak ihtiyaçları, beklentileri ikinci sıradadır. Kadın ve erkek işçiler, sınıfsal kimliklerinden uzaklaştıkça aynı biçimde yozlaşır; sınıfsal kimliklerinin bilincine vardıkça, dayanışma, paylaşma, işbirliği, duyarlılık gibi benzer davranışlarını güçlendirirler.

İnsanın “insanlaşması” süreci, tarih boyunca tanımlanmış “insanal erdemler”le donanmasıyla gerçekleşecektir; “kadına özgü” olduğu söylenen davranış biçimlerini benimsemesiyle değil. Zaten “kadına özgü” davranış biçimleri de, yaşanılan toplumsal koşullardan ve sınıfsal çelişkilerden bağımsız değildir. Keza, “ezilen kadın”ın davranış biçimleriyle “ezen kadın”ın davranış biçimleri asla aynı olamaz. İkisini yanyana koyarak bakmak bile, ortak yanlarının ne kadar az ve yüzeysel olduğunu görmek için yeterlidir.

Feminizm, burjuvazinin (kadın ya da erkek) sömürü düzenini pervasızca sürdürebilmesi için üretilmiş bir ideolojik akımdır. Toplumsal sorunların temelinde yatan sınıfsal çelişkiyi yadsıyan ya da örtbas eden her görüş gibi, egemenlere hizmet etmektedir. Sınıfsal değil, cinsel ayrımları ön plana çıkararak, kadın-erkek işçi ve emekçilerin, birlikte mücadele etmesini önlemeyi amaçlamaktadır. “Feminizm” kelimesinin başına “sosyalist” ya da “radikal” vb. bir sıfatın eklenmesi, bu gerçeği değiştirmez. Hatta onun deşifre olmuş yüzünü perdelemeye çalıştığı için daha tehlikelidir. Ne yazık ki bugün küçük-burjuva devrimcileri üzerinden, bu tehlike hızla yayılmaktadır.

Bu durum genel olarak komünistlerin, özel olarak komünist kadınların önüne feminizme karşı mücadeleyi yakıcı bir şekilde koyuyor. Tasfiyeciliğe ve reformizme karşı mücadele, kadın sorununda feminizme karşı mücadele şeklini alıyor. Yüzyıl önce komünistlerin yenilgiye uğrattığı feminizm ile bir kez daha hesaplaşmak durumundayız. O açıdan kadının kurtuluşu “feminizm mi, sosyalizm mi” sorusu ve bunun tarihsel, siyasal, pratik yanıtı, özel bir önem kazanmıştır.

Yediveren Yayınları tarafından

2015 yılında basılan “Feminizm mi, Sosyalizm mi”

kitabından alınmıştır.

Bunlara da bakabilirsiniz

Limter-iş sendikası ve ESP’ye operasyon

9 Mart günü polis ESP, SGDF, ETHA çalışanları ile Limter-İş sendikası Genel Başkanı Kanber Saygılı’nın …

Gazi Direnişi 29. Yılında!

Gazi Direnişi’nin yıldönümünde “Gazi 12 Mart Platformu” 10 Mart 2024 tarihinde Gazi Cemevi’nde bir panel …

Bir “eylem adamı” Talat Sürer– 8 Mart 2020

“Her ölüm erken ölümdür” der şair. Bir yoldaşın ölümü ise hep erkendir. Hele ki, hayal ettiği …