1979’dan 2019’a… Tohumdan çınara…

1979’un Şubat ayında bir tohum ekildi toprağa. Kışın ortasında ve birçok olumsuzluklar altında başarıldı bu. Normalde bu koşullarda yeşermesi çok zordu. Ancak tohum sağlamdı, içindeki canlanma dinamiği güçlüydü. Onun için kısa sürede topraktan boyunu uzattı, filize durdu.

Ama daha başını uzatır uzatmaz, sağdan-soldan saldırı furyasıyla karşı karşıya kaldı. Onu daha kök salmadan koparmak istediler. Farklıydı çünkü. Koskoca tarlanın içinde fark ediliyor, birbirlerine benzeyenlerin hışmını üzerine çekiyordu. Sadece bir kıskançlık, çekememezlik değildi bu. Düşmanca bir saldırganlık sözkonusuydu. Hem de aslında dost olması gereken kendi türleri tarafından…

Bir de açık düşmanları vardı tabii. Onlar da kuşatmıştı çevresini. Sezgileriyle bu yeni filizin kendileri için tehlikeli olacağını anlamışlardı. Daha büyümeden yoketmek istediler ve saldırmaya başladılar.

“Tohum”dan çınara kök salışımızda, her bir şehidimizin, ona kanını terini akıtan her yoldaşımızın ve en zor dönemde bile destek ve yardımlarını esirgemeyen emekçi halkımızın emeği vardır. Onca acıya, işkenceye, baskı ve zulme   göğüs gererek, geleceği ilmek ilmek ören büyük sabırları ve inançları   vardır. Yüreklerinde hep diri tutmayı başardıkları, güzel günlere olan umutları vardır… Bu emeğe, sabıra ve umuda gösterilecek saygının ve bağlılığın biricik kriteri; bu haklı davayı son nefesimize kadar sürdürmek, zafere giden yolu her ne pahasına olursa olsun açmaktır.

Ama o da o küçücük haliyle meydan okuyordu herkese. Başı hep dikti. Saldırıları göğüslemekle kalmıyor, karşılık da veriyordu. Bu yapısı düşmanlarını iyice çıldırtıyor, bir an evvel ezip yoketmek için saldırılarını arttırıyorlardı.

Kısacası tohumdan filize durduğu andan itibaren çetin bir yaşam savaşının içinde buldu kendini. Böyle olacağını biliyordu aslında. Öncesinde de büyük sıkıntılar çekmiş, onları aşarak bugünlere ulaşmıştı. O yüzden toprağa daha sıkı ve derinden tutunmaya çalıştı. Yeraltında sağlamlaşmaya öncelik verdi. Genlerini bozmadan büyümeyi, her bir dalına aynı sağlamlığı, her bir meyvesine aynı tadı aşılamayı hedefledi. Büyüme adına çürükleri veya çürümeye yüz tutanları içinde tutmayacak, bozulmaya meydan vermeden kopartıp atacaktı.

Böyle koyuldu yaşam denilen zorlu kavgaya…

Fakat tüm hazırlığına ve çabasına rağmen, umduğundan daha büyük saldırılar altında kaldı. Topraktan başını uzatalı daha bir yıl olmamışken, incecik dallarını kırmaya başladılar. Dallar ince ama sağlamdı. Büyük bir direnç gösterdiler; kırıldılar ama eğilmediler. Toprağa böyle düştükleri için de gövdeyi sağlamlaştırdılar. Ona gübre oldular…

* * *

İlk yaş gününe, kendine güveni artmış, geleceğe dair umudu büyütmüş olarak girdi. Varlık-yokluk sorunu bitmişti artık. Dost-düşman herkese bunu göstermişti. Zorluklarla mücadele ederek hayatta kalan her canlı gibi, daha hızlı büyümüş ve güçlenmişti. Dolu-dizgin koşma zamanıydı şimdi. Dalları daha fazla yayılıyor, kuvvetleniyor; duruşuyla göz kamaştırıyordu…

40 yıllık bir tarihten sözediyoruz. Ama bu yanıltıcı olmasın! O, köle isyanlarından köylü ayaklanmalarına, ezilen-sömürülen tüm insanlığın tarihini sırtlanmıştır. İşçi sınıfının, iki yüzyılı aşkın mücadelesinin birikimini damıtmıştır. “Bilimsel sosyalizm” ile sınıfsız sömürüsüz bir toplum hedefini ortaya koyan Marksist-Leninist öğretiyi kuşanarak gelmiştir. Mustafa Suphi’lerden Denizlere, bu toprakların yarattığı değerleri sahiplenerek, onlara yeni halkalar ekleyerek geliştirmiştir. Gelenekten geleceğe bu yürüyüş sürüyor…

 Ama asıl büyük fırtına kapıdaydı. Eylül fırtınasıydı bu. Herkesin geleceğini beklediği, fakat yine de hazırlıksız yakalandıkları fırtına… O yüzden nice büyük ağaçlar savruldu, darbelendi, yıkıldı…

O ise henüz bir fidandı. Belki de içlerinde en genç ve küçük olanıydı. Koca koca ağaçları sürükleyen bu fırtınaya dayanması, aslında çok daha zordu. Ama o “büyük” ağaçların gerçekte ne kadar kof; “küçük” fidanın ise ne kadar sağlam olduğu, kısa sürede görülecekti.

Çünkü herşeyden önce özü farklıydı. Onun için reaksiyonları da farklı olmuştu. Fırtınanın gelmekte olduğunu tespit etmekle kalmayıp, ona göre hazırlık yapmışlardı mesela. Yeraltında ustalaşmışlar, düşmana görünmeden çalışmayı, gerekli yer ve zamanda çıkıp vurmayı öğrenmişlerdi. Ne zaman hücuma geçeceklerini, ne zaman geri çekileceklerini biliyor ve uyguluyorlardı.

Sadece gövdesi değil, dalları-kolları, yaprakları-çiçekleriyle aynı şeyleri düşünüp birlikte hareket eden bir bütündüler. Bu bütünlük ve ahenk, etrafını da etkiliyor ve onları manyetik alanına çekiyordu. Dalga dalga yayıldılar, direne direne büyüdüler…

Panik halde kaçanlar, düşünme yetilerini bile kaybettikleri için, varolanı dahi koruyamazlar. Doğru zamanda saldıran ve düzenli geri çekilen ise, düşmana korku, dostlara güven verir; gücüne güç katar. Bu, teorik bir doğru olmanın ötesinde, o fırtınalı karanlık günlerde pratik olarak da ıspatlanan somut bir gerçekti. Nice “büyük”ler sarsılır ve yıkılırken; “küçük” ama sağlam fidanlar, hem nitel hem nicel olarak güçlendi, büyüdü.

Aslında çok ağır kayıplar da verdiler. Tohuma canlılık veren, sonrasında gövdeyi oluşturanlar düştü önce. En sağlam dalları kırıldı, en güzel çicekleri koparıldı… Sonra tek bir parçası kalmayana dek budandı…

Fakat tohum öylesine kök salmış ve her bir dalı-çiçeği, öylesine güzel, öylesine dirençli düşmüştü ki toprağa; onu oradan sökebilmek mümkün değildi. Dökülen kanlar ve alınteriyle sulandıkça toprak, daha bir gürleşti dallar, daha fazla çiçeklendi tomurcuklar…

Karanlıkta çakan bir şimşekti o. Fener olup yol göstermişti, önlerini görmek ve yürümek isteyenlere… Ve o fenerin aydınlığına çekmişti hepsini…

Şafak söküp de karanlık dağılmaya başladığında, dost-düşman gözler ona çevrildi. Bu büyük fırtınadan sapasağlam çıktığına göre, onu kim durdurabilirdi ki? Kim önüne çıkabilir, rakip olabilirdi? Tabi ki, kendisinden başka…

* * *

Ağacın kurdu kendi içindedir. O “kurt”, başdönmesiydi, kibirdi. Başarıların gözleri kamaştırması, hata ve eksikliklerin üzerini örtmesiydi.

Kayıpların boşluğu, nicel olarak fazlasıyla dolmuştu, fakat niteliksel bir düşüşe yol açmıştı. Daha kötüsü, bu durum görmezden geliniyor, hatta “daha ileriden bir düzeye” ulaşıldığı iddia ediliyordu. Bulunduğu yeri dolduramayanların, abartılarla durumu kapatmasının ilk uç verişiydi bu.

Her büyük zaferin böylesi handikapları vardır. Onu taşıyabilmek kolay değildir. Başarı sarhoşluğuna kapılmadan vakur bir duruş, eksikliklerle acımasız bir savaş ve toparlayıcı bir olgunluk gerektirir. Bu da üzerine düşen sorumluluğu, dönemin yüklediği misyonu, -anlamanın ötesinde- etinde-kemiğinde hissetmekle ve sindirmekle olur.

Bütün geri dönüşlerde, zirveden aşağıya yuvarlanışta, “zafer sarhoşluğu”, hatta şımarıklığı görülür. “Bize bir şey olmaz artık” kof güveni, düşüşün başlangıcıdır. Bu işin ustaları, “en büyük tehlikenin, görmezden gelinen, küçümsenen” şeylerden çıktığını söylemiştir oysa. Ama öyle bir “ne olduk delisi” olunmuş, “karşı dağları ben yarattım” havasına girilmiştir ki, ayaklar yere basmamakta, gerçeklerle bağlar kopmaktadır.

Fidan büyümüş ağaç olmuştur artık. Görünüşte görkemli bir ağaçtır da. Kurtçukların ağacın gövdesini içten içe nasıl kemirdiği dışarıdan pek farkedilmez. Fakat içeride, genlerinde bozulma olduğunu hissedenler artmakta, bunun sıkıntısı, huzursuzluğu büyümektedir. O tohumu sağlamlaştıran, en zor günlerde onu yaşatmayı bilenler, gidişatın yanlışlığını ilk sezenlerdir.

Böyle olması eşyanın tabiatı gereğidir. Hem güçlü bir sezgi, hem de yanlışlarla mücadele gücü gerekir çünkü. Ancak düşmanla kavgada her cephede başı dik çıkanlar bunu başarabilir. Aksi durumda ise, kendi içlerindeki sapmalara dur diyemez, o cesareti gösteremezler. Ya sinerek, ya da “kraldan çok kralcı” kesilerek yanlışların ortağı, devamcısı olurlar.

Su ve ateş çağındaydı soluğumuz

En umutsuz gece yarılarında

En ıssız yollarda bırakıldık hep

Yıkılmadık!

Günün bir yanında avuçlarken güneşi

Bir yüzünde yeniden düştük toprağa

Korkmadık!

Yüreğimizle parçaladık en sert kayaları

Filizlenip uzandık dostluğun gökyüzüne

En bereketli yağmurları

Hep kendi soluğumuzla yarattık!

. . .

Yaşamı bilinçten emziriyoruz artık

Umudu sevinçten süzüyoruz

Yolu yok başka yaşamanın

Her sabah geçmişin yüreğine

Filizlenen bir gelecek çiziyoruz.

Adnan Yücel

Tarihte defalarca kanıtlanan bu gelişmeler, bizim “tohum”un da başına geldi. Daha küçük bir fidanken en zorlu koşullara karşı büyük bir direnç sergilediği halde, görece daha iyi koşullarda savrulmaya, tarladaki diğer bitkilere benzemeye başladı. Bu durumu farkedip düzeltmeye çalışanları, kendi özünü hatırlatanları ise, duymazdan geldi; sesler çoğalmaya başlayınca da kesip atmaya kalktı.

Ağaç, baltanın her darbesiyle yıkıma doğru giderken gözlerinden yaşlar akar ve dile gelirmiş: “Ben böyle yıkılmazdım sapım senden olmazsa!” “Tohum”a can veren kökler de aynı durumdaydılar. Gözyaşlarını içine akıtıp baltanın artık kendinden olmadığını söyleyerek, onun eliyle yıkıma izin vermeyeceklerini ilan ettiler.

“Köklerimiz toprakta, tarihten geliyoruz” diyerek, yine bir Şubat ayında “yeniden doğuş”u gerçekleştirdiler. Diyalektiğin yasası işledi; her son yeni bir başlangıçtı. Anka kuşu misali küllerinden doğdular. Ve motorları yeniden maviliklere sürdüler. Özsuyu ile fidanlarını besleyip aslına uygun şekilde büyüttüler…

Kurtçukların içten içe çürüttüğü, özünü kaybeden ağaç ise, eridi, eridi ve birgün ortasından yarıldı. İkiye-üçe ayrılan her bir parçacık yeni parçalarla un-ufak oldu. Daha önemlisi, özleriyle hiçbir ilişkileri kalmadığını dünya aleme gösterdi.

* * *

1979 Şubat’ında toprağa ekilen tohumun üzerinden tam 40 yıl geçti. Bu süre zarfında fidandan ağaca, oradan köklü bir çınara doğru evrilmiş durumda. Sadece dışındaki düşmanlara karşı değil, içindeki kurtçuklara karşı da mücadele ederek bugünlere ulaştı…

En büyük zararı, kendi içindeki kurtçuklardan gördüğü halde, bugünlere ulaşmayı başarması, “tohum”un gücündendir. Birçok ağaç bir bir yıkılır veya dışarıdan-içeriden tahribatlarla çarpılırken; 40 yıllık “tohum”un bugün hala temel özellikleriyle dimdik ayakta kalması, “tohum”un sağlamlığından ve o sağlamlıkla yetiştirdiği fidelerin, kendi özüne sahip çıkmasından dolayıdır.

Sağdan-soldan esen rüzgarlara, ayağına takılan çelmelere aldırmadan doğru bildiği yolda yürümenin mükafatıdır bu. Şairin dediği gibi “çizmişiz rotamızı / dostların alkışlarıyla değil / gıcırtısıyla düşmanın dişlerinin…” Sadece açık düşmanlar değil, dost yüzlü-dost gülücüklü düşmanlarla da yıllar yılı mücadeleyle bugünlere ulaşıldı.

Ve bundan böyle de öyle yürünecek… Ta ki bu “tohum” kendi özsuyuyla beslenen dallarıyla zafere uzanana dek…

 

Bunlara da bakabilirsiniz

İran’ın İsrail’e saldırısı ne anlatıyor

İran 13 Nisan gecesi İsrail’e, en az 300 SİHA (Silahlı İnsansız Hava Aracı) ve füze …

Azmi Akan ölüm yıldönümünde anıldı

Azmi Akan, ölüm yıldönümünde Adana’da Buruk Mezarlığı’ndaki mezarı başında yoldaşları tarafından anıldı.

İhtilalci komünistlerin ilk şehidi: AZMİ AKAN

Azmi Akan, 18 Nisan 1979’da Adana’da katledildi. Sezai Ekinci komutasında TİKB askeri komitesi, gözaltına alınan …