Bir “anı” kitabı: Her şey bitti… Kişisel kavga sürüyor! – 2

pdd-arka-logo-1

Geçen sayımızda H.Selim Açan’ın (HSA) iki cilt halinde çıkan “anı” kitabına dair değerlendirmelerimizi en özet haliyle ortaya koymuştuk. ‘70’lerden günümüze Türkiye devrimci hareketinin kimi kesitlerini, özel olarak da ihtilalci komünist hareketin tarihini konu aldığı, ama hiçbir delil-kanıt göstermeden ahkam kestiği, kendini öne çıkarmak adına devrimin-örgütün tarihiyle oynamaya kalktığı için, ele almak zorunda kaldığımızı belirtmiştik. Kitabın sadece bir bölümünü oluşturan “dublör”le ilgili gerçekleri de, (“dublör”ün kendi yazısı ile birlikte) sergiledik.(*)

Birbirinin devamı şeklinde çıkan her iki kitapta da, tarihler, isimler, olaylar hakkında o kadar çok yanlış ve çarpıtma var ki, onların hepsini düzeltebilmek, bir karşı-kitap yazmayı gerektirecek kadar kapsamlıdır. Ancak biz tarihimiz açısından önemsediğimiz konular üzerinde durmakla, onlara açıklık getirmekle yetineceğiz. Ayrıca değinmeden geçemeyeceğimiz kimi yanlış aktarımları düzelteceğiz. Mesela, TİKB’nin illegal merkezi yayın organları Orak-Çekiç ile İhtilalci Kominist’in 1980 Mart-Nisan aylarında yayın hayatına başladığı söyleniyor. Oysa, her iki yayın da Şubat 1979’da gerçekleşen İMT (İleri Militanlar Toplantısı) sonrasında, 1979 Nisan ve Mayıs aylarında yayınlanmaya başladılar. O tarihsel kesitte bir yıllık zaman farkı önemlidir. Aksi halde 1980 Eylül’ünde gerçekleşen 12 Eylül cuntasına, hem ideolojik-siyasi hem de örgütsel-kadrosal olarak hazırlıklı girilemezdi.

Bir de “yaşamın doğal akışına, eşyanın tabiatına” aykırı, bu yönüyle de inandırıcılıktan uzak kimi noktalar var. HSA’nın iddiaları, kendine vehmettiği özellikler ile olay aktarımları sırasında açığa çıkan çelişkiler… Ne kadar farkındadır bilinmez ama kendisini “tamınlarken” çizdiği mükemmel tablo, “yaptıklarını” anlatırken tuzla buz oluyor. Kendini gördüğü yer ile gerçekliği arasındaki uçurum ortaya çıkıyor böylece. Örneğin; kendisini ’68 kuşağından göstermekte, ama devrimci mücadeleye atıldığı tarihi “‘69-70 öğretim yılı” şeklinde vermektedir. Yaş itibarıyla da ’68 kuşağından olması imkansızdır. O kuşak, -Firuzan’ın romanına da ismini verdiği gibi- ‘47’liler olarak bilinir. ’68 önderleri ağırlıklı olarak 1947 doğumludur. HSA ise, 1954’te doğduğunu söylüyor. Aradaki fark, bir-kaç yıl olsa anlaşılır, ancak 7 yıl çok fazladır. Kendisini “birinci kuşak” olarak adlandırdığı o döneme sokmaya çalışsa da, gerçekte ‘70’lerin başlarında mücadeleye atılan “ikinci kuşak”tan olduğu ortaya çıkmaktadır.

Kendi kendini yalanlayan daha birçok konu vardır. Bir taraftan yoldaşlık ilişkilerinde ne kadar özenli olduğunu anlatırken, diğer taraftan yoldaşlarına başka siyasetlerin ya da ailelerin yanında nasıl öfkelendiğini, “patladığını”, fırça attığını sıralayan olay aktarımları sözkonusudur. Kendisinin okumaya ne kadar meraklı, ne kadar bilgili olduğuna dair örnekler verirken; (çocukluğunda babasıyla Likya tarihinden o yılki buğday rekoltesine kadar bilgi yarışı yapmaktan, Marksist klasiklerden rastgele seçilmiş bir paragrafın hangi kitabın hangi sayfasında olduğunu bilmeye kadar…) fakat onunla yıllarca aynı komitede çalışanlar dahil, tanıyanların ortak görüşü, az okuduğu, yazdıklarının yüzeysel ve yetersiz olduğu, güncel ajitasyonun ötesine geçmediği şeklindedir!

Genel doğruları sıralamak kolaydır; ama yaşama-pratiğe gelince, hiç de söylediği gibi davranmadığı kendi anlattıklarıyla da ortaya çıkmaktadır. Ayrıca sadece kendisinin ve eşinin mükemmel-becerikli-ilkeli bir tutum içinde olduğu, diğer tüm kadroların beceriksiz-başarısız-ilkesiz olduğu bir ortamda, TİKB’nin o görkemli tarihi, güçlü birikimleri, tüm devrimci örgütlerin kabullenmek zorunda kaldığı direniş geleneği nasıl oluştuğu sorusu, havada kalmaktadır!

Böyle kitapların genç kuşakları devrimci yönde etkilemesi bir yana, onları iyice uzaklaştıracak, devrimcilere güvensizleştirecek bir işlev göreceği açıktır. Onlarca isim sıraladığı halde, olumlu devrimci tipleri bulmak, samanlıkta iğne aramak gibidir. Burjuva aydınlara methiyeler dizerken, işkencede çözülene, hapishanede aklını yitirene son derece anlayışlı sevgi dolu bir yaklaşım sergilerken; hatta devleti temsil eden kişiler bile “dürüst biri”, “insanlığını kaybetmemiş” şeklinde tanımlanırken; devrimcilere, yoldaşlarına karşı hasmane duygu ve düşünceler, okuyan her devrimciyi irrite edecek boyuttadır.

Öte yandan “artık örgüt fetişizmi yapmıyorum” diyerek, aslında örgütlü devrimcilikten iyice uzaklaştığını; kitabın hiçbir yerinde “Marksizm-Leninizm” kavramını kullanmayıp, “Leninizm”den koparılmış bir “Marksizm”le liberal kesimlere yanaştığını ortaya koyan bir niteliğe sahiptir.

Bu yönleriyle geldikleri nokta, artık çok açıktır. Onlarla buralardan polemiklere girmek, anlamsızlaşmıştır. Zaten TP tutanaklarıyla başlayıp en son 10 yıl önce kaleme alınan “Yengeç Sepeti” başlıklı yazıyla (PDD, Mart-Nisan 2010), bu görev fazlasıyla yerine getirildi. Bugün ise, asılları dururken karikatürleriyle uğraşmanın bir gereği yoktur. HSA’nın kitaplarını ele almamızın nedeni; -başında da belirttiğimiz gibi- yaşadıkları savruluşu, TİKB’nin, hatta Türkiye devrimci hareketinin tarihini tahrip ederek, yarattığı devrimci değerleri küçülterek, meşrulaştırmaya çalışmasıdır. HK (Halkın Kurtuluşu)-TİKB arasında yaşanan çatışmadan, Türkiye devrimci hareketindeki MDD (Milli Demokratik Devrim) ayrışmasına kadar pek çok konuda tarihsel gerçeklerle bağdaşmayan yanlışlar vardır. Onlara yeri geldiğince değineceğiz.

Bununla birlikte bu kitapların HSA’nın kişiliğini, gerçek niteliğini ortaya koymak gibi bir işlevi yerine getirdiğini söyleyebiliriz. Çocukluğundan itibaren geçmişe dönüşünü, İbni Haldun’un “geçmişler geleceğe suyun suya benzemesinden daha çok benzer” sözünü baz alarak yapıyor. Ve biz o geçmişte, HSA’nın çocukluğundaki küfürbazlığıyla bile övünmesini, öğrenci derneğinde seçimleri kazanabilmek için rakip adayı okula sokmayışını, sevdiği kıza açılmak için içkinin “rahatlatıcı-cesaretlendirici” etkisine sığınmasını görüyoruz.

HSA şahsında İbni Haldun’un sözüne hak vermemek mümkün değil! Devrimci yaşamında da zayıflıklarını çeşitli bahanelerle örtmek, hata ve zaaflarını erdemmiş gibi göstermek konusunda oldukça maharetli olduğunu biliyoruz. Kitapta bunu açık biçimde ortaya koyuyor zaten. Operasyonlardan 19 Aralık ve ÖO süreçlerine, kadın sorunundan işkencede direnişe, mülteciliğe yaklaşıma kadar pek çok konuda tutumunu ve iç dünyasını öğrenebiliyoruz.

Bunların içinde ’94 operasyonu en çarpıcı olanıdır. Hem HSA’nın kişiliğini, hem de komünist bir örgütün nasıl çökertildiğini görebilmek açısından ibretlik ders gibidir. Biz de oradan başlayacağız.

 

Bir kırılma noktası olarak ’94 operasyonu

Öncelikle şunu belirtelim; HSA’nın yazdıkları, ’94 operasyonu ile ilgili ilk yazılı açıklamadır ve tam 25 yıl sonra gelmiştir! O operasyonda alınanlar dahil, örgütün kadroları, taraftarları ve devrimci kamuoyu, ’94 operasyonunun aslında nasıl gerçekleştiğini ilk kez öğreniyor!

Peki neden? HSA bunu 25 yıl sonra mı çözdü? Ya da bu konu şimdiye kadar örgütün gündemine hiç gelmedi mi? Böyle bir operasyonun nasıl başladığı hiç sorgulanmadı mı?

Bırakalım ’94 gibi merkezi bir operasyonu, her operasyon sonrası bir değerlendirme yapılır. ’94 operasyonu da hem içeride hem dışarıda merak konusu olmuş, nasıl ve nereden başladığı başta olmak üzere her aşaması sorulmuştur. Fakat MK’nın iki üyesi, bu soruları geçiştirmişler, operasyonda asıl suçun kendilerinde olduğunu saklamışlardır. ’95 Eylül’ünde örgüt içinde başlayan tartışma sürecinde, kadrolar tarafından tekrar gündeme getirilmiş, ama yine yanıt alınamamıştır. (**)

İkinci kitabın 220-233 sayfaları arasında, “94 Haziran operasyonu” başlığı altında anlatılanlara baktığımızda, operasyonun nasıl başladığı, her iki MK üyesi tarafından çok net biliniyor. Çünkü sadece ikisinin buluştuğu randevuda takip aldıkları, hiç bir şüpheye yer bırakmayacak biçimde açığa çıkıyor. Bunun üzerine “kesin takip” diyerek birbirlerinden ayrılıyorlar. Sonra ne yapıyorlar?

HSA, yazı kurulu toplantısına gidiyor, KG (MK’nın diğer üyesi) İstanbul il komitesi ile görüşmesine… Sabah çok ciddi bir takip alıyorlar, (tüm işleri durdurmaları ve takibin nereden geldiğini araştırmaları gerekirken) aynı gün diğer randevularına gidiyorlar. Oysa her zaman “emniyet randevuları” vardır ve tam da böylesi durumlar için konulmuştur. Dahası, randevuda rutin gündemleri konuşuyorlar; sabahki takip anlatılmıyor, kadrolar uyarılmıyor. HSA’nın katıldığı yazı kurulunun bir üyesi toplantıya gelmiyor, -ki bu kişi, KG’nin eşidir ve o gün yakalanmıştır- yine hiçbir şey olmamış gibi toplantıyı sürdürüyorlar! KG’nin katıldığı İstanbul İl Komitesi’nin toplantısında, etraftaki tiplerden şüphelenen İK üyeleri KG’yi uyarıyor, o hala “kedidir kedi” havasında konuşmaya devam ediyor!

Sadece kendilerini değil, kendileriyle birlikte birçok yönetici kadroyu tehlikeye atıyorlar; ama öyle büyük bir gevşeklik ve vurdumduymazlık içindeler ki, ne uyarıları dikkate alıyor, ne de göz göre göre gelen operasyona karşı tek bir önlem geliştiriyorlar. Oysa takip karşısında duyarsızlık, ilkesel bir güvenlik sorunudur. 

Tarihsel kişiliklerden Robespiyer’i “ilkeli” olduğu için kendine örnek alan HSA, öyle bir takibin ardından eşinin İzmir’e gidişini de durdurmuyor. Şehir dışı görüşmeler sonrası, her zaman ev dışında buluştuklarını anlatıyor, ama “bu defalık” doğrudan eve gelmesini söylüyor! (Eşi de “niye kural hatası yapıyoruz” diyerek bu isteğe karşı çıkmıyor!) Eve giderken karşılaştığı pek çok şeyden şüpheleniyor, ama her birine bir açıklama getirerek kapıya kadar gidiyor!

Aynı kitapta 12 Eylül sonrası Adana’daki operasyonda ihmallerinden dolayı oradaki sorumlular kıyasıya eleştiriliyor. KG’nin yaptığı kuralsızlıklar, ilkesizlikler peşpeşe sıralanıp veryansın ediliyor. Sezai Ekinci’nin 12 Eylül’de yakalanması bile “o kadar uyardığımız halde yine bildiğini okumuş” diyerek kınanıyor. Ama iş kendilerine geldiğinde, arka arkaya yapılan en akıl almaz kuralsızlar, “bir anlık dalgınlık” ya da “iş yoğunluğu” oluveriyor!

’94 operasyonu, bu örgütün tarihindeki en trajik operasyondur. Başlangıcından itibaren her aşaması ağır sonuçlara yol açmış, tasfiyecilik sürecini hızlandırmış ve parçalanmayı doğurmuştur. O bir kırılma noktasıdır. Çünkü iki kişilik MK’nın gerçek yüzü, örgütü nereye sürükledikleri net biçimde görülmüş ve buna başkaldırılmıştır.

Operasyonda birinci dereceden sorumlu oldukları yetmiyormuş gibi, şube sürecini de kötü tarzda geçiriyorlar. Yakalananların önemli kısmı 12 Eylül işkencelerinden direnerek geçen yöneticilerdir. Fakat ilk kez alınan gençler ve önceki alınışlarında çözülenler de vardır. Üç gence işkence yapılır, hücrelerde terör estirilir, dayak atılır; ama mahkeme günü HSA, “bize işkence yapılmadı” diyerek, aileleri yatıştırmaya çalışır. Alındıkları andan itibaren açlık grevine başlarlar, ama HSA “kaburgalarım kırıldı” diyerek tedaviyi kabul eder. Kitapta hastaneye götürülüşünü ve kullandığı ilaçları uzun uzun anlatıyor. Ama aynı operasyonda alınan bir yoldaşının midesini üşütmesinden dolayı sürekli kustuğunu, su içemediği için çok zayıf düştüğünü, buna rağmen tedaviyi kabul etmediğini anlatmıyor! O dönem gözaltı süresi 15 gündür. Bu süre boyunca sürekli kusmak ve su içememek, ölüme kadar götürecek tehlikeli bir durumdur. Onu da polisler hastaneye götürür ve doktorlar mutlaka yatması gerektiğini söyler. Ama “tedaviyi kabul etmiyor” diyerek polisler karşı çıkar ve şubeye geri getirirler. Bu esnada hastaneden dönen HSA ile karşılaşırlar; biri ölümcül tehlikede tedaviyi kabul etmezken, diğeri tedavi olmaktadır! Ama daha önemlisi, HSA tedaviyi kabul ettiğini orada söylemez, “ben kabul ettim, sen de etmelisin” demez mesela. Yoldaşı buna uyar ya da uymaz; ama en azından dürüstlük bunu gerektirir.

Yaptığı her olumsuzluğu “örgüt kararı” diyerek meşrulaştıran HSA, şubede kimin kararı ile tedaviyi kabul etmiştir? Orada “örgüt kararı” çıkarmanın koşulları var idiyse, neden çok daha kötü durumda olan yoldaşı için böyle bir “karar” çıkarmamışlardır? Ama sadece ‘94’te değil, sonraki açlık grevleri ve ölüm oruçlarında da kendilerine ait kararlar ile yoldaşlarına dair kararlar hep farklı olmuştur.

’94 operasyonun özgün yönlerinden bir diğeri ise; polisin “sohbet” adı altında HSA ile, en çok da KG ile saatlerce konuşmasıdır. Her ikisi de böyle bir uygulamayı protesto edip gitmemezlik yapmıyor, ya da götürüldüklerinde konuşmama tavrı geliştirmiyorlar. Oysa “sohbet” denilen şey, komünist ve devrimcileri zayıf düşürmek, ağızlarından laf almak, en önemlisi de yönlendirmek amaçlı yapılıyor. Saatler boyunca legal çalışmanın faziletleri boş yere anlatılmıyor mesela.

Polisler işkenceyle çözemediklerini “sohbet”le çözebildiklerini biliyorlar. Özellikle de yöneticileri, ‘yücelterek’, ‘saygı göstererek’, deyim yerindeyse ‘onore’ ederek gevşetmeye, çözmeye çalışıyorlar. Buradaki amaç, bilgi almakla sınırlı değil, hatta çoğu zaman “bilgi” istemiyorlar da. Asıl amaç, örgütün rotasını değiştirmeye çalışmak! Mesela güçlü bir yeraltı örgütünü legalleştirmek, bilgi almaktan çok daha büyük bir kazanım onlar için. (Bu yöntemi Çarlık Rusyası’nda da kullandıklarını ve sonuç aldıklarını biliyoruz.)

Kaldı ki ’94 operasyonunda polisin ev, silah, isim istemesine gerek de kalmamıştır. Çünkü örgütün yönetici kadroları büyük oranda yakalanmış, üstelik MK’nın evlerinde çıkan raporlarla haklarında çok geniş bir bilgiye sahip olmuşlardır. Ve o bilgiler ışığında arka arkaya operasyonlar gerçekleştirmiş, direnen yoldaşları dahi yıllarca yatıracak delillere ulaşmışlardır.

HSA, kitabında 12 Eylül dönemini anlatırken sık sık örgütsel dokümanların yanında bir şişe “uçak benzini” bulundurduklarını söylüyor. ‘94’te ise, geçtik “uçak benzini”ni, bir kibrit veya çakmak bile bulundurmadıklarını biliyoruz. Dahası, yıllar öncesinden el yazısıyla yazılmış raporların dahi imha edilmediği, herhangi bir şifreleme yapılmadığı, bir zulaya konmadığı ortaya çıktı. İçlerinde “özel raporlar” olmak üzere, kadrolara ait neredeyse tüm raporlar polisin eline geçti.

Bununla da kalmadılar; ele geçen raporların sahiplerine bu doğrultuda bilgi de vermediler. Sonrasında gözaltına alınan yönetici ve kadrolar, karşılarında örgüte yazdıkları raporları buldular. Polis buralardan edindiği bilgilerle onları sorguladı. Bu durum, işkencede direnen insanlarda bile büyük bir moral bozukluğu yarattı. Örgütün tarihinde o güne dek hiç yaşanmayan bir manevi çöküntüye yol açtı.

HSA, birçok şeyi uzun uzun anlatıyor ama ’94 operasyonunun bu boyutuna hiç girmiyor. Anlatmadığı başka şeyler de var tabii… Mesela ’94 operasyonunun İstanbul’la sınırlı kalmayıp İzmir’e sıçraması… İstanbul’da gerçekleşen operasyondan birkaç gün sonra İzmir sorumlusu neden ve nasıl yakalandı? Bu da HSA’nın sakladığı “sır”lardan… Devletin bildiği ama örgütten-yoldaşlardan saklanan “sır”lar!..

Aynı operasyonda yakalananlar bile, bunu ancak mahkeme aşamasında öğrenebildiler. Meğerse “ilkeli” HSA’nın yazdığı bir not, eşinin cüzdanının içinden çıkmış! Not, İzmir’e gitmeden önce yazılmış, İzmir’deki sorumluya iletilmiş, yani işi bitmiş ama hala cüzdanda… Hem de zulasız ve şifresiz olarak… Notta, İzmir’deki sorumlu ile buluşma yeri ve biçimi yazıyor! O buluşmaya bir kadın polisi gönderiyorlar, İzmir sorumlusu, onu İstanbul’dan gelen yoldaşı sanıyor; bir süre birlikte yürüyorlar, taa ki bazı tuhaflıklar farkedip onun polis olduğunu anlayana dek… Fark etmese bir eve gidecekler, orada başkalarıyla tanıştıracak ve polis, daha pek çok bilgiye, kişiye ulaşacak… Farkedildiğini anlayan polisler, onu orada yakalayıp gözaltına alıyorlar. Ve yıllarca sürecek bir mapusluk dönemi daha başlıyor…

 

“Kedi misali” gizlenen pislikler

HSA kitabında diyor ki; “kendi adıma kişisel hiçbir hata ya da yanlışımı kedi misali gizlemeye kalkmadım. Ama … başkalarının pisliklerini saklamalarına suç ortağı oldum, bilinmesi gereken gerçeklerin gizlenmesine bazen sessiz kalarak onay verdim.” (sf. 93)

Sadece ’94 operasyonu bile, HSA’nın söylediğinin aksine, kendi hata ve yanlışlarını da “kedi misali” gizlemeye kalktığını gösteriyor. Dediği gibi olsa bile, “başkalarının pisliklerini saklamalarına suç ortağı olmak” neyin göstergesidir? Kimi kimden, ne için koruyorsun? Bazı yoldaşlarının gözündeki çöpü mertek yaparken, bazılarının “suç” niteliğindeki yanlışlarını neden saklıyorsun? Buradaki kriterin nedir?

HSA’nın itiraflarından da anlıyoruz ki, “suç ortaklığı” yaptığı kişiler, diğer MK üyeleri ve eşi! Yani kendi organ üyeleri ve birinci dereceden akrabaları… Tabii işin ucunun kendisine de dokunacağı korkusu var! Ya da geleceğe yatırım yapıyor; “sen beni tut, ben de seni” pragmatizmiyle… Bunlar düzen içinde çokça tanık olduğumuz durumlar… Ne yazık ki, kendisine hala “komünist” diyen bir yönetici de benzer tavırlar sergileyebiliyor.

Örgütten sır saklamanın, yaptırımlar gerektiren bir suç olduğunu bilmemesi mümkün mü? Kim bilir kaç kadroyu böyle bir suç işlediğinden dolayı bizzat kendisi yargıladı, hatta cezalandırdı! ’94 operasyonundaki hatalarını herhangi bir kadro yapsaydı, örgütten atılmaya varan birçok yaptırımla karşılaşmaz mıydı? Üstelik bir de bu hataları yıllarca saklayıp, örgüte daha büyük kayıplar verdirmişse…

HSA kitabında, ’94 operasyonunu kendilerinden sonra yakalanıp cezaevine getirilen TDKP’lilerin anlattıklarıyla çözdüğünü söylüyor. Esasında TDKP’lilerden öğrendikleri yeni bir şey yok! Daha önce kendisinin yaşadıkları ve KG’nin anlattıkları teyit ediliyor. Öyleyse neden bunları sözlü-yazılı kadrolara açmıyorlar? Onların ısrarlı sorularına yanıt vermiyor ve bugüne dek belirsizlik içinde kalmasını sağlıyorlar?

Kitabında bunların yanıtları yok! “Örgüt güçlerinin tümünde, özellikle de dışarıda kalan sorumlu kadrolarda büyük bir şaşkınlık ve moral bozukluğu yaratan bu operasyonun çok yönlü bir çözümlemesi yapılarak çıkarılan sonuç ve dersler bütün örgütle paylaşılmalıydı” diyor da; “neden paylaşılmadı, buna engel olan duygu-düşünce neydi” sorusu yine havada kalıyor. Ve devamında diyor ki; “Bunu yapmadığımız gibi operasyondan bir buçuk ay sonra (Ağustos 1994) yayına başlayan teorik derginin ilk sayısı için Kenan, ‘9 beyaz sayfa’ (***) başlığını taşıyan bir övünç yazısı kaleme aldı!” (sf. 132)

Her şey kendisi dışında! Üçüncü şahıslardan sözeder gibi “operasyondan çıkarılan sonuç ve dersler bütün örgütle paylaşılmalı”ymış! KG operasyonla ilgili bir yazı yazmış, ama sanki onun haberi yokmuş! Oysa tutuklanma anından itibaren bu konular çok tartışılıyor. Eylül ’95’te başlayan TP (Tartışma Platformu) sürecinde ’94 operasyonunu soran, “9 beyaz sayfa” yazısını eleştiren kadrolara “alternatifiniz yoksa konuşmayın” diyorlar. Onların bir değerlendirme toplantısı yapma önerisi, ancak 3 ay sonra gerçekleşiyor. Toplantıda da takibin nereden nasıl geldiği yine muğlak bırakılıyor.

Bu toplantıdan bir ay kadar sonra (operasyondan 4 ay sonra) bir genelge hazırlıyorlar. Genelgenin içeriği toplantıda söylediklerinden çok farklı değil. “Görev sorumluluğu, iş yapma coşkusu, tempomuzun yoğunluğu ne olursa olsun, güvenlik örgüt çalışmasının temelini oluşturur. İşte bu altın kural, son dönemde biraz geriye itildi(!)”

HSA’nın kitapta anlattıklarına bakıldığında bile, “biraz geriye itildi” sözünün ne kadar yetersiz kaldığı görülür. İki MK üyesi “suç ortaklığı” içinde ’94 operasyonunun gerçek nedenlerini, burada kendilerine düşen sorumluluğu yıllar yılı saklamıştır. KG’nın kaleme aldığı “9 beyaz sayfa” ile de bu suça cila çekilmiştir. TİKB yönetici ve kadroları 12 Eylül gibi işkencenin en vahşi yapıldığı dönemlerde polise ifade vermeyip direndi. ’94 yılında bununla övünmek, abesle iştigaldi. Kaldı ki, üç genç dışında kimseye işkence yapılmadığı da söyleniyordu. Ama evlerde yakalanan raporlardan, cüzdanda çıkan nottan, yeraltı matbaası gibi “örgütün namusu” denilen organın 6 ay içinde ikinci kez düşmesinden, kendileri takip altındayken randevulara gitmelerinden vb. hiç bahsedilmiyordu.

Sonraki süreçte anlaşıldı ki, “9 beyaz sayfa” sadece operasyondaki suçlarını örtmek için yazılmamış; 12 Eylül döneminde çözülen eşlerini bu şekilde aklayıp, “direnişçi” olarak göstererek, örgütte kabul görmelerini sağlamayı da amaçlıyormuş.

Aslında bu süreç operasyon öncesinde başlıyor. Eşlerini parti okullarında seminerci yapmışlar, birçok il ve ilçeye göndererek genç kadrolarla toplantılar örgütlemişler. Resmi görevleri YK (Yazı Kurulu) ile sınırlı olan bu kişilerin İK’ların üzerine çıkarılması, sadece örgütsel hiyerarşinin bozulması yönüyle değil, bir dizi savruluşları da beraberinde getirmesiyle TP’de eleştiri konusu oluyor.

HSA kitabının birçok yerinde direnişçiliği küçümseyen, hatta “Adressiz Sorgular” kitabının bile bu yönden “zararları” olduğunu söyleyecek kadar ileri giden sözler sarfediyor. TİKB’yi TİKB yapan, 12 Eylül sonrası büyük bir prestij kazanıp geniş kesimlere ulaşmasında önemli bir rol oynayan “direnişçi kimlik”le neden bu kadar uğraştılar ve hala uğraşıyorlar; bu üzerinde durulması gereken bir konudur. Bunda kişisel nedenler de olabilir, ama bizi asıl ilgilendiren, örgütün bu temel özelliğinin adım adım neden ve nasıl eritildiği, bunun ideolojik-siyasi boyutudur.

 

Direnişçi kimliğin eritilmesi

“İşkencede direnmiş olmak, ‘komünist militanlığın tek ölçütü ve en üst mertebesi’ olarak görülmeye başlandı… bu tek yanlılaşma giderek örgütsel bir zaafa dönüştü” diyor HSA, “Adressiz Sorgular” kitabının eleştirisi adı altında bir kez daha örgütün direnme çizgisiyle uğraşıyor. Ve devamında, “’90’ların ortalarından itibaren peş peşe yaşadığımız krizlerin döl yatağı da bu tek yanlılaşma oldu zaten” diyerek, son darbeyi indiriyor! (abç, sf. 76)

Böylece örgütün ’94 sonrası yaşadığı tasfiyeciliği ve ardından gelen parçalanmayı “direnme çizgisi”ne yükleyerek, bir taşla birçok kuş vurmaya kalkıyor. Örgütün bu çok önemli ve ayırtedici özelliğini gözlerden düşürmeye, hatta lanetlemeye girişiyor; üstelik örgütün ideolojik-siyasi-örgütsel her cepheden bozulmasına kılıf uyduruyor. Kendi sorumluluğunu üzerinden attığı gibi, suçu yine kadrolara, hem de direnişçi kadrolara yıkıyor!

Kitabın daha pek çok yerinde örgütün direnme çizgisiyle hesaplaştığını, direnen yönetici ve kadrolarla uğraştığını görmek mümkün.          “12 Eylül’de poliste ve cezaevlerinde direnmiş olmanın rehaveti içindeydiler”, “bu onlarda bir başdönmesi yarattı” diyor; hatta “iki kişilik MK’nın” genişletilmemesinin sebebi (çünkü bu özelliklerinden dolayı hiç birini ‘beğenmemişler’!) olarak gösteriyor…

İhtilalci komünist hareketin tarihini, özellikle de sonu “devrimci kopuş”la biten sürecini bilenler açısından, bunlar yeni duyulmuş şeyler değil. TP tutanaklarından onlarca alıntı yapılabilir. Aradan geçen 25 yıl içindeki tek fark; bu tuhaf görüşlerin daha fazla oturmuş, sindirilmiş ve daha rahat savunulur hale gelmiş olmasıdır. Tek başına direnişçi kimliğin mahkum edilmesi bile, gerçekte neye hizmet ettiklerini gösteren nirengi noktasıdır. Bunun son derece bilinçli yapıldığı ve bir amaç doğrultusunda adım adım yükseltildiği açıktır.

İlkin şunu belirtelim; direnme, sadece işkence ile sınırlı olmayan, cezaevi-mahkeme-siyasi polisle mücadele dahil, içeride-dışarıda, yeraltında-legal alanda yaşamın bütününü kapsayan bir duruştur. İhtilalci komünistler de direnişlerini asla işkenceyle sınırlamamışlardır. Direnme çizgisinin ML ideolojiyle, yeraltı örgütüyle, kadroların yetişme tarzıyla, özel olarak da 12 Eylül’deki politikalarıyla bağını döne döne vurgulamışlardır. Adressiz Sorgular dahil, işkencede direnişi anlattıkları her yazıda bunları görebilirsiniz. Ayrıca bunu bir böbürlenme vesilesi yapmamışlar, aksine “olması gereken, normal bir davranış” olarak sunmuşlardır. Gerçekten devrimci, komünist niteliklere sahip bir kadronun direnişiyle övünmesi, onun üzerinden büyüklük taslaması sözkonusu olamaz. İşkenceyi en çok anlatanlar, direnenler değil çözülenler olmuştur her zaman.

HSA direnişçi kadroları hedefe çakarken, sadece işkencede direnişi değil, cezaevinde, mahkemede, mücadelenin her cephesinde örgütün militan-direnişçi çizgisini, “iktidar perspektifi”ne sahip bir devrim örgütünü mahkum etmektedir.

“Devrim” sözcüğü, devirmekten üretilmiştir. Düzeltmek, dönüştürmek değil; devirmek, yıkmak anlamına gelir. “Devirme” hedefi olmayan, “iktidar perspektifi” bulunmayan bir muhalif hareketin, yeraltı örgütüne, ona can veren direnişçi kadrolara ihtiyacı yoktur. Bunlara sahip değilseniz, esasında devrim yapmak gibi bir hedefiniz de yok demektir. Direnişçi kimliği küçültmek, dışlamak; devrimden uzaklaşıldığının açık ilanıdır.

Her siyasi hareketin kendisine uygun kadro tipi yarattığı bilinir. Devrim fikrinden uzaklaştıkça, direnişçi kadro tipi de yerini uzlaşmacı-liberal kadrolara bırakacaktır. Nitekim tasfiyecilikle birlikte öne çıkartılan kadrolar bu tipte olmuştur. Üreten, direnen, örgütleyen “kadro”ların yerini, “koşturan”, hareket halinde olan “aktivist”ler almıştır. Böyle yönetici ve kadroların bırakalım işkenceyi, yaşamdaki zorluklara direnebilmesi mümkün müdür? Mümkün olmadığı ’98 yılındaki merkezi operasyon başta olmak üzere, tüm süreçlerinde görüldü. İhtilalci komünistlerin 12 Eylül’deki direnişleri nasıl tesadüf değilse, tasfiyecilikle birlikte her alanda çözülmenin başat hale gelmesi de, tesadüf değildi. (****)

’94 sonrası örgütü tasfiyeci rotaya sokabilmek için, direnişçi kadrolardan kurtulmaları gerekiyordu. Çünkü direnişçi kadrolar, örgütün kuruluşundan itibaren içinde yeralmış, onun tarihini, geleneklerini, ideolojik-politik hattını ve ML’nin temel ilkelerini iyi bilen kişilerdi. Daha önemlisi, bu kadrolar sadece devlete karşı değil, yanlış bulduğu her şeye karşı dik durabilen, bunun kavgasını verebilen bir kimliğe sahiptiler. Direnişçilik, aynı zamanda özgüveni ve özsaygıyı gerektirir. Ne kadar ezmeye, gözlerden düşürmeye çalışsalar da, bu özellikleri yok edemezler, edemediler de. Onlar, devlete karşı mücadelede olduğu gibi iç mücadelede de eşine ender rastlanan bir direniş sergiledi. HSA kitabında TP’nin bir buçuk yıl sürdüğünü söylüyor. Gerçeği, ’95 Eylül’de başlayıp ’97 Aralık ayında kadar tam iki buçuk yıl süren, tasfiyeciliğe karşı verilmiş çok uzun, meşakkatli, büyük bir “direnme savaşı”dır. (*****)

Direnişçi kadrolarla tasfiyeci bir çizgi izleyebilmek mümkün değildi, olmadığı da görüldü. Direnişçiler ya tasfiye edildi, ya da eritildi; yani bir biçimde dışarı atıldı. Yeni çizgiye yeni tipte kadro gerekiyordu. TP’de “diz çöken eskiler”e de güvenmiyorlardı. Onlara bu hareketin tarihini, geleneklerini, çizgisini bilmeyen -ya da bu çizgiye uyum sağlayamamış- istedikleri gibi yoğuracakları “yeni bir kuşak” lazımdı. Karşılarında sürekli ezik olacak, itiraz etmeyecek, ne söylerlerse yapacak kadrolar (aktivistler) istediler. Yani köle ruhlu kadrolara ihtiyaç duydular. Onlarla ne yapabiliyorlarsa, bir süre o kadarını yaptılar. Fakat onları da beğenmiyorlardı. Hangi köle, efendisini tam olarak memnun edebilmiştir ki? Karşılıklı içten içe öfke biriktirdiler. Kısa sürede kimin eli kimin cebinde belli olmayan bir yapı çıktı ortaya. Otorite, hiyerarşi, hatta saygı bile kalmadı. Her biri kendi alanının ağası oldu, kendi itiraflarıyla “onlarca grupçuk” oluştu, hiziplerin cirit attığı ve onlara göz yumulduğu bir çevre haline geldiler. Sonra onlar da koptu ve her biri atomize olarak silinip gitti. Bu kadar çok yanlışın başka sonuç doğurması beklenemezdi zaten.

TP’de söylenmişti; tasfiyeci önderlik “şu okullar olmasa maarifi ne güzel yönetirdik” diyen Osmanlı nazırına benziyordu. Şu direnişçi kadrolar olmasa örgütü çok iyi yöneteceklerdi! Onları tasfiye ettiler, erittiler; “yeni kadro” dedikleri, güç karşısında boyuneğen, ama kendi alanında dukalık kuran tiplerle bir süre idare ettiler, ama onlarla da devam edemediler. Aksine bu durum çürümeyi ve yozluğu arttırdı, ardından büyük bir çöküşü getirdi. Şimdi elele-başbaşa, “anı”larını yazıyorlar…

İhtilalci komünistler, kuruluşlarından itibaren içerde-dışarıda büyük direnişlere imza atmakla kalmayıp, 12 Eylül faşizminin vahşice saldırdığı bir dönemde bunu örgüt düzeyine yükselttiler ve direnişin teorisini yaptılar. Tasfiyeciler ise örgütün her alanda çözülmesinin zeminini oluşturdular ve bunun teorisini yaptılar. ’94 operasyonunda suçlarını gizleyerek başlattıkları süreç, ‘98’de yaşananların savunulmasına evrildi. Sadece ihtiyaç duydukları zamanlarda çıkardıkları “yeni OÇ”de “her MK’da çözülme olabilir, Lenin’in partisinde bile yaşandı”, “her örgütten itirafçı çıkabilir, bu sadece bizde olmuyor” diye yazdılar. 12 Eylül yıllarında direnmeyen örgütlerden duyduğumuz sözleri hiç sıkılmadan tekrarladılar. O kadar ki, “artık büyük örgüt olduk, büyük örgütte çözülen de çok olur” diyecek kadar benzeştiler.

Örgütün direnme çizgisine, direnişçi kadro tipine vura vura, geldikleri nokta bu oldu. Başka türlüsü de olamazdı zaten. Hal böyleyken krizlerin ve parçalanmaların “döl yatağı” olarak direniş çizgisi ve direnişçi kadroların gösterilmesine ne demeli? Üstelik gerçeğin tam tersi olduğu tarih tarafından bile ispatlanmış durumdayken…

Sürecek

 

Dipnotlar

(*) Bir kez daha belirtelim; anı kitaplarının tümüne karşı olmamız sözkonusu olamaz. Fakat “anı” adı altında bir takım kişisel hesapların görülmesine, kendini aklama, öne çıkarma çabalarına, tarihsel gerçekleri de bu amaç doğrultusunda çarpıtmaya tepkisiz kalınamaz. Hele ki, hala komünist, devrimci olduğunu iddia edenlerin ve Türkiye devrimci hareketinin tarihini anlattığını söyleyenlerin, çok daha titiz, dikkatli olması, gerçeklere sadık kalması beklenir. Fakat çoğunda öyle olmadığını görüyoruz. Elbette yaşlanmanın verdiği unutkanlıklar veya hafızanın yanlış kaydettiği durumlar olabilir. Ama yarattığı sonuçlar yönüyle bir fark oluşturmaz.

Öte yandan “anı” yazarları biraz zahmete katlanıp küçük bir araştırma yapsalar, en azından basit tarihsel hatalardan kaçınabilirler. İnternet gibi teknolojik yardımların yanı sıra anlatılan dönemi yaşamış kişilere teyit ettirmek gibi pek çok yol-yöntem vardır. Ayrıca gerçekten devrimci hareketin tarihi unutulmasın, gelecek kuşaklara aktarılsın isteniyorsa, “anı”lar bugüne dair derslerle, günümüzün sorunlarına ışık tutacak bilgilerle, mücadeleyi geliştirecek, moral ve güç katacak deneyimlerle yazılmalıdır. (Yenilgiden Zafere, Lenin’den Anılar vb) Devrime hizmet etmeyen bir “anı” yazıcılığı, objektif olarak karşıdevrime hizmet eder çünkü. Bizim vuracağımız kıstas da budur.

 

(**) Tartışma Platformu (TP) tutanaklarında 14 Kasım 1995 tarihli “Yeraltı çalışmasında temel sorun: Güvenlik” başlıklı bir yazı bulunmaktadır. Bu yazıda genel olarak operasyonlar, özelde ’94 operasyonu ele alınmış, MK’nın iki üyesinin bu konulardaki hataları tek tek sergilenmiştir. Esasında operasyonun onlardan başladığı bilinmektedir. Çünkü MK’nın iki üyesinin evleri düşürülmüş, fakat İstanbul İl Komitesi ve onun altındaki komitelerin evleri bulunamamıştır. Ayrıca operasyondan günler önce, baskı komitesinin takip altında olduğu farkedilmiş ve MK’ya bildirilmiştir. Ancak “her zamanki şeyler” diyerek geçiştirildiği, büyük bir vurdumduymazlık içinde davranıldığı anlatılmaktadır. Operasyon sonrası da hiçbir açıklama yapmadıkları, içerideki yoldaşların baskısıyla, konuyla ilgili ilk toplantının üç ay sonra yapıldığı, orada da “her yerden gelmiş olabilir” diyerek geçiştirildiği aktarılmaktadır. 

 

(***) Operasyonda gözaltına alınan 9 kişinin ifade vermemiş olmasını, “9 beyaz sayfa” olarak tanımlamışlardı.

 

(****) HSA kitabında herkesin isimlerini açık açık yazarken, bu operasyonda çözülen-itirafçı olanları özenle saklıyor. “Müfreze komutanı”, “müfrezenin bir üyesi” şeklinde kodladığı bu kişileri, TP’de “K ekseni”nde saf tuttukları için terfi ettirdiklerini, merkeze aldıklarını söylemiyor. Dahası, her şeyi konuşan bu kişilerin, hatta itirafçı olan kişinin bile, Bayrampaşa’daki tüneli vermediklerini ispatlamaya çalışıyor uzun uzun. Oysa çözülenler, sadece kendi yoldaşlarını değil, tünelde önemli görevler üstlenen TİKKO’cuların isimlerini de verdiler ve yakalanıp yıllarca hapis yatmalarına sebep oldular. Bu gerçeği örtbas edebilmek için, tünelin nasıl çıktığına dair onlarca senaryo yazmaya gerek yok ki!

’98 operasyonu, ’94 operasyonunun ve girilen tasfiyeci sürecin doğal sonucuydu. Yakalanmadan önce yapılan ciddi hatalar yönüyle olduğu kadar, sonrasıyla da benzerdir. Tabi ki, ilkini aşacak şekilde… “Müfreze komutanı”, operasyondaki hatalarını söylemediği gibi, çözüldüğünü de haftalarca sakladı. Hatta şube sonrası gittiği cezaevinde temsilci oldu. Gerçek durumu açığa çıkınca da, “’94 operasyonunda yaşananlar açıklandı mı ki, bizden açıklama bekleniyor” diye kendini savundu. Ne demişler; rüzgar eken fırtına biçer! 

 

(*****) HSA, HK(Halkın Kurtuluşu) ile ayrışmada yaşananları, HK’lı önderlerin yaptıklarını anlatıyor, ama TP sürecinde kendisinin ve birlikte hareket ettiklerinin neler yaptığına hiç girmiyor! Tasfiyeciliğe karşı mücadeleyi yükselten yöneticileri küçültmek, aşağılamak dışında, sürgüne göndermek, görevlerinden almak, alt kademelere düşürmek gibi her yöntemi denediler. Onlarla ilgili güvensizlik yaymak için diğer TP üyelerine yalanlar söylediler. Bütün bunlar, kanıtlarıyla birlikte “Yol Ayrımı” kitabının “Bir hizip masalı” başlıklı yazısında okunabilir.

Bunlara da bakabilirsiniz

Lezita işçileri direniyor

İzmir’in Kemalpaşa ilçesinde bulunan Lezita fabrikasında, Öz Gıda-İş Sendikası’na üye işçilerin direnişi sürüyor. Abalıoğlu Grup’a …

İran’ın İsrail’e saldırısı ne anlatıyor

İran 13 Nisan gecesi İsrail’e, en az 300 SİHA (Silahlı İnsansız Hava Aracı) ve füze …

Azmi Akan ölüm yıldönümünde anıldı

Azmi Akan, ölüm yıldönümünde Adana’da mezarı başında yoldaşları tarafından anıldı.